Alev Erkilet: Kent sermaye ihtirasının elinden kurtarılmalı
Kenti Dinlemek adlı kitabının yazarına göre; siteleşme mantığı başkalarını kentsel mekandan ve bu mekana dair temel haklarından mahrum bırakarak, onları taciz ederek kentsel mekanda kendine yer açmak; mekanı inhisarına almak ve bu sırada da acı ve mahrumiyet yaratmak anlamına gelmektedir.
Yaşadığımız mekânlar çok hızlı değişiyor. Kentleri artık tanıyamaz hale geldik. Doğup büyüdüğümüz yerler bile yabancılaştı. Çocukluğumuzun izlerini artık mahallemizde, sokaklarda göremiyoruz. Çocukluğumuza hatta kültüre ve medeniyete ait belleğimiz boşalmış durumda.
Hızla değişiyor ve dönüşüyor her yer. Doğrusu bu gidişatın yönü, sonu hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip değiliz. Bu serüvenin nasıl biteceği konusu aklı başında olan herkesi düşündürüyor. Ülkemizin her yerinde kentsel dönüşüm adında muammalı bir çalışma var.
Doç. Dr. Alev Erkilet, "Kenti Dinlemek" kitabında konu edindiği kent, kültürel miras, değişim, yoksulluk, mahalli ve tarihe dair konularda haber 10 sitesinden Muaz Ergi'nin sorularını yanıtladı:
ŞAHİT OLDUKLARIMIZ KAPİTALİZMİN BUGÜNKÜ EVRESİNİ KAVRAMADAN OKUNAMAZ
> Son yıllarda Türkiye’de hızlı bir kentleşme yaşanıyor. İnşaat sektörü baş döndüren bir hızla büyüyor. Nereye gidersek gidelim bizi ilk karşılayan şey devasa inşaatlar, göğe doğru yükselmiş binalar… Bu durumu nasıl okumalıyız?
> Bunun sadece bize has bir durum olmadığını tespit ederek analize başlamak yerinde olur diye düşünüyorum. Küresel bir sürecin bizdeki yansımaları bütün bu gördüklerimiz.
David Harvey, "Umut Mekânları" kitabında Godard’ın 1966 tarihli "Onun Hakkında Bildiğim Bir veya İki Şey" adlı filmine değinir. Filmin tümüne hâkim olan bir kent figüründen bahseder.
Bireyler farkında olmasalar bile aslında “de Gaulle devletinin her şeye kadir planlama bürolarının, kendi imajına uygun bir kent inşa etmek üzere devletle ittifak kurmuş tekelci sermayenin, soğuk ve sıcak savaşlar yürütmekte olan ve medyayı kontrol altında tutan ABD’nin küreselleşen pençesinin şekillendirdiği bir dünyada” (kentte) yaşamaktadırlar.
Ve tam olarak anlamlandıramadıkları bu süreçlerin belirleyiciliğine tabidirler. Mike Davis de Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Amerika’ya kadar benzer süreçlerin yaşandığından bahseder. Kısacası şahit olduklarımız kapitalizmin bugünkü evresini kavramadan okunamaz.
Anadolu’nun en ufak bir yerleşim biriminde bile artık insanlar 200-250 metrekarelik evlerde, güvenlikli sitelerde, dev duvarlarla çevreden koparılmış konutlarda yaşama, oturma gayesinde. Bunun altında yatan sebepler hakkında neler söylersiniz? Bir özenti ve özlemin sonucu mu bunlar?
Özenti ya da özlem diyemeyiz bence, teknik manada arzuları da biçimlendiren daha makro süreçleri göz önüne almamız gerekir. Modernleşme sürecinde sadece maddi koşullar değişmiyor, onunla beraber zihinsel bir dönüşüm de yaşanıyor.
Beğeniler, tüketim kalıpları, statü göstergeleri de değişiyor. Bireysel değil toplumsal bir dalga bu. Tüketimin arkasında temel ihtiyaçların bulunması gerekirken, suni olarak yaratılan ihtiyaçlardan hareketle bireylerin tüketime yönlendirilmesi söz konusu.
Medya, devletler, şirketler, okullar hep birlikte kurguladıkları için, bireyin ya da ailenin tekil olarak bu dalgaya karşı durması zor oluyor. Buna arzu ve ihtirasları kışkırtan bir dalga diyebiliriz.
Güç, servet ve saygınlığın kaynağı ve göstergesi olarak lüks, gösterişli, büyük ve steril mekânda yer alan konut ile evin ve yuvanın ayrışması uzunca bir süredir gözleniyor.
Mekânın ihtiyaca göre inşa edilmesi ve ihtiyaçlar doğrultusunda büyütülüp genişletilmesi şeklinde ifade edebileceğimiz doğal duruma dönebilmek için akıntıya karşı yüzmek gerekiyor. Nefesine güvenen gelsin.
MODERNLEŞME VE KALKINMA SÖYLEMİNE ELEŞTİREL BİR MESAFE KOYMADAN…
1950’lilere kadar mahallenin sosyal dayanışmacı, cemaat türü toplumsal ilişkilere sahip, herkesin birbirine güvendiği, yardımlaşmanın gerçekleştiği bir mekân olduğunu söylüyorsunuz.
1950’lerden sonra yöneticiler, karar alıcılar genelde muhafazakâr, dindar kesimlerden çıktı. Bu kesim geleneksel ilişki biçimini savunan bir formasyona sahip. Ama mahalle açısından baktığımızda her geçen gün mahallenin yok olduğunu görüyoruz.
Geleneksel ilişki biçimleri tasfiye oluyor. Mahalleyi koruması, mahalle ilişkilerini savunması gereken muhafazakâr siyasette neden mahalle tüketiliyor? Bu paradoksu neyle açıklayabiliriz?
Bu, bir paradoks ise eğer, 1950 sonrasına değil belki de Osmanlı modernleşmesine kadar geri götürülmesi gereken bir eğilimdir. Osmanlı sultanlarının özellikle III. Selim’den sonra gelenlerine bir nevi modernleştirici sultanlar demek yanlış olmaz.
Askeri yenilgiler karşısında başlayan sorgulama süreci, “gelişmiş batı tekniğini almak” gerektiği yönünde bir ortak eğilim doğurmuştur. Bu yaklaşım zamanla 20. Yüzyılın kalkınmacı modernleşme söylemine yerini bırakmıştır ama öz değişmemiştir.
İstanbul’a yapılacak demiryolunun Topkapı sarayından geçmesi ve bunun için de saray içindeki bazı köşk ve bahçelerin yıkılması gerektiği kendisine söylendiğinde, Sultan Abdülaziz’in “demiryolu geçsin de isterse yatak odamdan geçsin” dediği rivayet edilmektedir.
Aynı yaklaşımı modern bir kent yaratmak, İstanbul’u çağdaşlaştırmak çabası içinde ızgara sistem Batılı cadde ve sokak yapılarını İstanbul’a uygulamaya çalışan Menderes döneminde de görürüz.
Türkiye modernleşmesinin kentsel boyutunu tasarlamak üzere geniş yetkilerle donatılmış “uzman”lardan biri olan Prost’un planlarını İstanbul’da hayata geçirmeye çalışan Menderes’in döneminde, Vatan ve Millet caddelerinin açılması için yapılan yıkımlarda pek çok tarihi eser yok olmuştur, bunlar arasında Mimar Sinan yapıları da vardır.
Bu açıdan bakıldığında, Batı'ya yetişme, çağdaşlaşma, kalkınma, teknolojiyi alma söylem ve pratiğinin, muhafazakâr siyasete Osmanlı döneminden beri hâkim olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu söylem, “modern kentin”, “modern şehircilik anlayışının” değerden bağımsız bir kalkınmışlık göstergesi olduğunu varsayıyor. Belki de meseleyi tartışmaya buradan başlamak gerekiyor.
Modernleşme ve kalkınma söylemlerine eleştirel bir yaklaşımla mesafe koymadan İslami bir kentin yeniden üretilmesi mümkün olmaz. Kimlikçi muhafazakârlık, sanıldığının ve hatta kendisinin sandığının aksine bir öze dönüş değildir; taklit, kopyalamaya çalıştığı eserin özsel değerlerini kavrayamaz, hayata aktaramaz, hele yeniden üretmeyi hiç başaramaz.
> Siz İstanbul’da “Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi” adlı çalışmada görev aldınız. Bizzat sahaya inerek İstanbul’u gözlemlediniz. Kitabınızda bununla ilgili birbirinden değerli makaleler var.
Geleneksel yaşam alanlarının yıkılarak yerine prestij konutların, bahçe şehirlerin, kapalı yerleşimlerin kurulduğunu söylüyorsunuz. Bu yapılaşmanın kökeninde de korkunun yattığını belirtiyorsunuz.
Güvenlik duygusunun baskınlığını ifade ediyorsunuz. “Korku Mimarisi” gerçekten insanların korkularını yok edecek mi? Yoksa yeni problemler mi doğacak?
> Korku mimarisi insanların korkularını yok edemez, zaten bu korkunun yok olması da istenmez, çünkü kentte şu an olup bitmekte olan her şeyi meşrulaştıran korkudur. Korku ve söylemi, kendi başına çok işlevseldir.
Endüstriden ve onunla birlikte endüstride çalışanlardan arındırılmış kentsel merkezler sermayeye açılırken alt sınıflar kriminalleştirilmekte, tehlikeli sınıflar söylemi yaratılmakta ve bu tehlikelerden korunmanın yolunun da eskisi gibi banliyölere çekilmek değil, tehlikeli sınıfları kentsel merkezlerden uzaklaştırmak, çepere itmek olduğu tutarlı ve istikrarlı bir şekilde tekrarlanmaktadır.
Yani mesele korkunun ortadan kaldırılması değil, bizzat korkunun yaratılması suretiyle merkezin alt sınıflardan temizlenmesi, soylulaştırılması ve yeniden pazarlanması meselesidir.
Bu yaklaşım halen katlanarak, güçlenerek sürmekte olan bir tasfiye sürecinin parçası olduğu için kimse sürecin sonuçları ile ilgilenmek istemiyor.
Çepere itilen, ötekileştirilen, suçlu ilan edilen sınıfların kalıcı yoksulluğa mahkum edilmesinin olası sonuçlarıyla ilgilenen pek az sayıda kişi var. Onlar da daha ziyade sürecin dünyadaki ve Batıdaki sonuçlarından haberdar olan akademisyenler.
Harvey yine Umut Mekanlarında 1995 yapımı Mathieu Kassovitz filmi La Haine’den bahseder. Ona göre film, 1960’larda işçiler için inşa edilen toplu konutlarda büyümüş ikisi Mağripli göçmen çocuğu biri de Yahudi olan üç gencin hikâyesini anlatmaktadır.
Harvey’e göre, işsizliğin, polis baskısının, keyfi devlet iktidarının ve toplumsal çöküşün hakim olduğu ve her tür aidiyet ve yurttaşlık duygusunun kaybolduğu bir dünyada bu gençler, “hiçbir zaman önceden kestirilemeyen ve daima yıkıcı olan bir saldırganlığa” savrulmaktadırlar.
Bu önemli bir tespit ve hatırlatmadır çünkü kriminalleştirme ve çepere itme yoluyla gettolara mahkûm edilen çaresiz bir gençliğin kendisine bir yol aramasının maliyetine işaret eder.
BATI’NIN GETTOLAŞMA EĞİLİMİNE KARŞI KENDİ TAMPON MEKANİZMALARIMIZ
> Kitabınızda gettolaşma tehlikesinden de bahsediyorsunuz. İslam tarihinin hiçbir döneminde Batı’daki gibi sert bir gettolaşma yok. Bugün Türkiye’de dindarların da gettolaşmış sitelere rağbet ettiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu nasıl açıklanabilir?
> Türkiye toplumu, Batı’nın gettolaştırma eğilimine karşı kendi tampon mekanizmalarının, eşitlemeci sosyal pratiklerinin önemini bir an önce fark etmelidir diye düşünüyorum.
Dindarlar geçmişte kendi hayat tarzlarını istedikleri gibi sürdürmelerine imkan vermeyen baskıcı toplumsal ve siyasal koşullar çerçevesinde nefes alabilmek, taciz edilmemek ve bir güven adacığı yaratmak düşüncesiyle sitelere çekilmiş olabilirler, çekilmişlerdir.
Bu anlaşılabilir, insani bir durumdur. Bu eğilim başkalarını itme üzerine kurulu değildir; itilen ve taciz edilen bir hayat tarzının güvene çekilme arzusunun ifadesidir. Ancak, bugünün siteleşme mantığı artık bu perspektif ile örtüşmemektedir.
Zira bugünün siteleşme mantığı başkalarını kentsel mekandan ve bu mekana dair temel haklarından mahrum bırakarak, onları taciz ederek kentsel mekanda kendine yer açmak; mekanı inhisarına almak ve bu sırada da acı ve mahrumiyet yaratmak anlamına gelmektedir.
Zorla tahliyeler, denize, sahillere erişimin engellenmesi, dışlayıcı sosyal mekanlar oluşturulması gibi çeşitli yollarla kente müdahale edilirken, bunun geçmişteki mağduriyet örnekleri ile aynı temelde ele alınması ve kentsel kirliliklerden arınma söylemine yaslanılması pek mantıklı ve tutarlı bir yaklaşım olmuyor. Bu nedenle bu söylemlere de itibar edilmiyor.
> Türkiye’deki kentsel dönüşüm gerçeği hakkında neler söylersiniz? Sanki kentsel dönüşüm var olan eskimiş evlerin, gecekonduların yıkılıp yerine yüksek katlı binaların yapılması olarak anlaşılıyor. En azından gecekonduların bahçesinde ağaçlar vardı. Yeşil vardı. Şimdi ise her yer betona dönüşüyor. Bir duyarlılık ve felsefe barındırıyor mu kentsel dönüşüm?
> Kentsel dönüşümün sermaye ile ilişkisinden bağımsız bir şekilde ele alınması gündemdeki tartışmaların temel eksiği bence.
Bu meselenin iki boyutu var; birincisi sermayenin kendisini yeniden üretmesinin bir aracı olarak kentsel dönüşüm, ikincisi ise bu dönüşümün aldığı biçim ve betonlaşma, dikey kentleşme, ölçeklerin büyümesi ve doğanın topyekun tahribine neden olan kalkınmacı müdahale anlayışı.
Meselenin her iki boyutunun ayrı ayrı ama elbette birbiriyle bağlantılı olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Önce kenti sermayenin sonsuz, sınırsız ihtiraslarının elinden kurtarmak ve çocuklarımıza miras bırakacağımız bir emanet olarak görmekle işe başlamak durumundayız.
Afet söylemi ile meşrulaştırılan bir kentsel dönüşüm var ama bu söylem sermayenin dizginlenmesine mani oluyor. Sermayeyi meşrulaştırıyor ve masumlaştırıyor.
Bu İslami bir tutum değil. Kamu ve sivil toplum, kamunun çıkarları adına sermayeyi denetlemelidir, kamu ve sivil inisiyatiflerin işlevi budur.
Aksi takdirde çalışanların hayat ve sağlığı, doğanın ve kültürel mirasın korunması lüks masraf kalemleri gibi algılanmaya başlar ve göz ardı edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bugün olan tam olarak budur.
ÜST VE ORTA SINIFLAR İÇİN KENTİ TEMİZLEMENİN BİR YOLU DA KRİMİNALLEŞTİRMEDİR
> Kenti Dinlemek kitabında ilgi çekici noktalar çok fazla. Özellikle İstanbul’daki Bekâr Odaları… Siz bu olgunun Fatih Sultan Mehmet dönemine dayandığını ve bunlara o dönemde Bekâr Uşaklığı adının verildiğini söylüyorsunuz. Ayrıca Bekâr Odalarının bilinenin aksine mahallelerde sıkıntı yaratmadıklarını aksine mahalle huzuruna katkı sağladıklarını vurguluyorsunuz? Bu konuda başka neler söylersiniz?
> Kitapta altını çizmek istediğim husus, bekâr odalarının, bir müessese olarak, kentin en yoksul ve tutanaksız kesimlerine, göçmenlerine bir idame-i hayat imkânı sağlayarak onları suçtan koruduğudur. Ben bekâr odası geleneğinin somut olmayan kültür mirasının güzel bir örneği olduğunu ileri sürüyorum.
İddia edilenin aksine düşük gelirle hayatta kalmanın, para biriktirmenin ve memlekette yaşayan aileye para göndermenin mümkün olmasını sağlayan dayanışmacı bir örüntü olduğunu düşünüyorum.
Oysa bugün gelinen noktada, az önce konuştuğumuz suçlu ilan etme yöntemleri ve söylemleri ile bekarlar da tehlikeli sınıflar söyleminden paylarını almışlardır. Göçmenleri tarihsel kent merkezlerinden tahliye etmenin ve üst ve orta sınıflar için temizlemenin bir yolu da bekâr odalarının kriminalleştirilmesidir.
Ama Harvey’in de dediği gibi “kent imtiyazsız olanları hapsederek toplumsal açıdan daha da marjinalize ediyor” ama bunların sonuçlarını hesap eden yok. Sistem, kendi geleneksel örüntülerini kendi elleriyle yok etmesinin kültürel maliyetini göz ardı ettiği gibi Kossovitz’in La Haine filminde gösterdiği kentsel şiddet ve saldırganlığı tetiklemekte olduğunu da fark etmiyor. Ama bunlar hafife alınabilecek maliyetler değil.
> Kitabınızda bir diğer ilgi çekici mevzu tarihi alanlardaki küçük üreticilerin, tezgâhların dışarıya taşınmaması öneriniz. Örneğin İstanbul Gedikpaşa’daki ayakkabı sektörü… Bunun bu tarihi mekândan taşınmasının hem güvenlik hem de iş gücü açısından sıkıntılar doğuracağını belirtiyorsunuz. Bu konuda neler söylersiniz?
> Bekâr odaları meselesinde olduğu gibi, burada da küçük üretimin, kapitalist örüntülere eklemlenmemiş üretimin yoksulluğu azaltma, kalıcı yoksulluktan koruma/kurtarma gibi önemli işlevleri var.
Sanayi sonrası kentinin yüksek eğitim ve donanım bekleyen ve bunlara sahip olmayanları sistem dışına atan eğilimlerinin sınıflaşma ve madunlaşma yaratıcı etkilerinden korunmanın bir yolu da küçük üretimi, zanaatları ve bu çevrelerde ortaya çıkmış olan bekâr odalarını tahrip etmemektir.
Gedikpaşa bunun örneklerinden biri sadece. İstanbul Tarihi Yarımada’da ve diğer pek çok şehirdeki tarihsel merkezlerde bu tür örüntüler yaşam mücadelesi veriyor.
Kentsel müdahaleler bunları yerinden ettiği, doğal ortamlarını bozduğu, insan malzemesini “arkaik” olarak görmeye başladığı noktada, kapitalizme tam eklemlenme ve bunun doğuracağı sınıfsal maliyetler kapıda bizi bekliyor olacaktır.
Ben bunu reddetmenin anti-kapitalist bir eylem biçimi olduğunu düşünüyorum ve doğrusu çok da önemsiyorum. Tarih güzellemesi yapmanın bize kazandıracağı bir şey yoktur ama tarihsel örüntülerden yeni üretim, çalışma ve tüketim modelleri üretmeye çalışmanın çok yararı olur.
GÖÇMENLİK İNSAN VARLIĞINA BİTİŞİK BİR OLGUDUR.
> Coğrafyamız zor bir dönem yaşıyor Ortadoğu kan gölü… Suriye’de iç savaş… Suriye’deki bu felaket dolayısıyla birçok Suriye vatandaşı ülkemize geldi. Mülteci konumundalar. Bir Suriyeli gerçeği oluştu ülkemizde. Suriyeliler konusunda insanlarımız ikiye ayrılmış gibi. Kimileri Suriyelilerin buraya gelmesine kesinlikle karşı. Kimileri ise gelmeleri ve burada yaşamaları taraftarı. Elbette savaş, göç, mültecilik zor şeyler. Suriyeli göçmenler, mülteciler hususunda neler söylersiniz?
> Göçmenlik insan varlığı ile beraber ortaya çıkmış, insan varlığına bitişik bir olgudur. Dünyadaki varlığımız bile bir yurttan çıkartılma ile başlamış değil mi? Onun için göçmenliğin yarattığı kırılganlık ve tutanaksızlık halinin başlı başına bir travma olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.
Tam da bu nedenle göçmenlerin kamusal ve toplumsal olarak korunması, kollanması ve desteklenmesi gerekirken; genel olarak en fazla kriminalleştirilen kesimler göçmenler olmuştur.
Almanya’da Türkiyeli işçiler, 1990’larda zorla yerinden etmelerle kentsel merkezlere göç etmek zorunda bırakılan aileler, bugün de Suriyeli göçmenler…
Göçmenlik meselesini göçmen emeğinin sömürülmesi bağlamında ayrıca ele almakta yarar var. Bu göçmenlerin her biri, yerleşik ve temel haklara sahip yurttaşların çalışmayacağı ücretlerle ve koşullarda çalıştırılmıştır, çalıştırılmaktadır.
Üstelik bu sömürü yerli emekçilerin ekmeğini çalma, lokmasını bölme olarak lanse edilmiş ve yoksullar birbirlerine düşman edilmiştir.
Bu, göçmenlerin sorunlarının serbest piyasa koşulları içinde çözüme terkedilmesinin kaçınılmaz bir sonucudur. Bugün biz bu söyleşiyi yaparken Sakarya’da kocasının iş arkadaşları tarafından kaçırılıp tecavüz edilen ve hunharca öldürülen Suriyeli bir kadının, adı Emanet olan bir kadının, cenaze töreni yapılıyor.
Göçmenlere karşı yaratılan nefret söyleminin vardığı feci noktayı Ensar olduğumuzu söyleyerek geçiştiremeyiz. Ensar olmak demek onun gerektirdiği dayanışma, sosyal adalet ve paylaşım örüntülerini, denetim ve uyum mekanizmalarını inşa etmek demektir.
“DOGMALAR TAŞA KAZINMIŞTIR HALBUKİ UMUTLAR BİR MUM ALEVİ GİBİ KIRPIŞIR”
> Kenti Dinlemek kitabında Saadet Yurdu adlı bir yazınız var. Yüreğinizden döküldüğü belli. Birçok düşünürün şehirle alakalı ütopyaları var. Platon, İbn-i Haldun, Farabi, Thomas More, Campanella… Ben yazıyı okuduğumda bu yazınının da sizin ütopyanız olduğunu düşündüm. Bu yazı bağlamında ütopyanız, ideal şehriniz hakkında neler söylersiniz? Nasıl bir şehir düşlüyorsunuz?
> Saadet Yurdu gerçekten de yürekten dökülen bir metin oldu, sizin de böyle hissetmiş olmanız ben çok sevindirdi doğrusu. Gönülden gönle giden bir yol olabildiğini görmek insanı mutlu ediyor. Bu yazı hakkında burada bir değerlendirme yapmak yerine her okuyucunun onu kendisinin keşfetmesini isterim.
Sürprizlerini kendi gözleriyle görsünler isterim. Araya girmeyi pek tercih etmem. Ama şunu söyleyeyim, Saadet Yurdu tam bir ütopya sayılmaz. John Berger’in Hoşbeş’te yer alan o harika yazısında, “Şarkıya Dair Notlar” yazısında dediği gibi: “Her türlü ütopya vizyonunda mutluluk mecburidir.
Bu da gerçekte elde edilemeyeceği anlamına gelir. Onların ütopya mantığı içinde şefkat bir zaaftır. Ütopyalar şimdiden nefret eder. Umudun yerine Dogma koyarlar. Dogmalar taşa kazınmıştır; hâlbuki umutlar bir mum alevi gibi kırpışır.”
21. yüzyılın kenti ve toplumu için pek çok olumsuz değerlendirme yapılıyor, eleştiriler yazılıyor ama bunlar samimi olmayan şikâyetler gibi duruyor, çünkü herkes geri dönüp hayatı bıraktığı yerden yaşamaya devam ediyor. Bir Müslüman açısından bu durumun kabul edilemez olduğunu düşünüyorum.
Modern ve post modern söylemleri ezber etmiş kalkınmacı muhafazakâr kimliğin tersyüz olması gerekiyor; İslami olan, insanın varlığına, doğanın ahengine, sosyal adaletin gereklerine uygundur. Böyle bir düzenin mümkün olduğu görülmeli, Müslümanların devrimci enerjisi bu kapitalist örüntülerin ötesine geçmemizi sağlamalıdır. Saadet Yurdu da böyle bir arayışın ürünüdür.
Muaz Ergü - Haber10.com