Arkeoloji ve genetik arasındaki mecburi ilişki ve sürtüşmeler
İnsanlık tarihi araştırmalarında devrim olarak nitelenen antik genomlarlar ilgili araştırmalar; arkeologlar ve genetikçiler arasındaki ilişkiyi bazen gerginleştirebiliyor.
Şubat ayında Nature’da yayımlanan ve oldukça ses getiren Bell Beaker çalışması, 230’dan fazla örneği inceleyerek bu zamana kadarki en geniş çaplı antik genom çalışması haline geldi. Fakat bu araştırma, genetik biliminin insan tarihi çalışmalarında karışıklığa sebebiyet veren örneklerinden sadece sonuncusu. 2010 yılından beri, ilk antik insan genomunun tamamen dizilenmesiyle birlikte, araştırmacılar 1.300’den daha fazla bireye ait veri oluşturdular ve bu verileri, tarımın ortaya çıkışı, dillerin yayılışı ve çanak çömlek stillerinin kaybolması gibi arkeologların onlarca yıldır uğraştığı konuları açıklığa kavuşturmak için kullandılar.
Bazı arkeologlar, bu yeni teknolojinin sunduğu imkanlar adına oldukça mutlu. Antik DNA çalışmaları, yenilik ve heyecan getirdi ve bir zamanlar akıl almaz gibi gözüken araştırmalara başlandı. Örneğin, tek bir mezarlığa ait her bireyin genomunun dizilenmesi gibi. Fakat, diğer arkeologlar ise daha temkinli davranıyor.
Almanya, Münih’teki Ludwig Maxilmilian Üniversitesi’ne araştırmacı olan ve genetikçiler ve moleküler biyologlar ile yakın çalışmalar içinde olduğu disiplinler arası bir enstitüde çalışan Philip Stockhammer, “Arkeologların yarısı antik DNA’nın her şeyi çözebileceğini düşünüyor. Diğer yarısı ise antik DNA’nın şeytanın işi olduğunu düşünüyor.” diye espri yapıyor. Kendisi, teknolojinin sihirli bir çözüm olmadığını, fakat arkeologların riske girerek teknolojiyi görmezden geldiğini söylüyor.
Arkeologlar, kapsamlı DNA çalışmalarından rahatsız
Ancak bazı arkeologlar, biyoloji ve kültür arasındaki bağlantı hakkında gereksiz ve hatta tehlikeli varsayımlar yaptıklarını söyleyen kapsamlı DNA çalışmaları yüzünden endişeleniyorlar. Cambridge Üniversitesi’nden arkeolog Marc Vander Linden “Her şeyi aydınlığa kavuşturdukları izlenimini veriyorlar. Bu, birazcık sinir bozucu.” diyor.
Bu, arkeologların mücadele ettiği ilk çığır açan teknoloji değil. 1973 yılında, Cambrigde arkeoloğu olan Colin Renfrew, “Before Civilization” (Uygarlık Öncesi) adlı kitabında radyokarbon tarihleme metodunun yarattığı etkileri açıklarken “Tarih öncesi araştırmalar, bugün kriz içerisinde” şeklinde yazmıştı. Bu teknik, kimyagerler ve fizikçiler tarafından 1940’larda geliştirilmeden önce tarih öncesi arkeologları, kazı alanlarının dönemini “göreceli kronolojiler” kullanarak belirliyorlardı ve bazı durumlarda antik Mısırlı takvimlere ve Yakın Doğu’da fikirlerin yayılması hakkındaki yanlış çıkarımlara güveniyorlardı. Renfrew “Tarih öncesi dönemin büyük bir kısmı ders kitaplarına yetersiz bir biçimde yazıldı, bazen ise fazlasıyla yanlış biçimde” kanısına vardı.
Bu teknik, arkeologlara kalıntı ve buluntuların ne anlama geldiğine odaklanmak yerine zamanlarının büyük bir kısmını kemiklerin ve eserlerin yaşını bulma uğraşlarına son verme olanağı sağladı. İsveç, Göteborg Üniversitesi’nden Tunç Çağı üzerinde uzman olan Kristian Kristiansen, “Birden bire tarih öncesi toplumları ve nasıl bir düzene sahip oldukları üzerine düşünmek adına çok fazla entelektüel boş zaman oluştu.” diyor. Bu yeni teknolojinin de en büyük destekçilerinden biri olan Kristiansen, antik DNA’nın şu anda aynı fırsatı sağladığını söylüyor.
Dizileme teknolojisindeki gelişmeler fikir ayrılığı doğurdu
Genetik bilimi ve arkeoloji, 30 yıldan fazla süredir her an bozulabilecek bir beraberliğe sahipti. 1985’te yayımlanan ilk antik insan DNA’sı makalesi, antik Mısırlı mumyasından elde edilen DNA dizisini bildirmişti (Şu an ise kontaminasyon olduğuna inanılıyor). Fakat 2000’li yılların dizileme teknolojisindeki gelişmeler ise bu alanları fikir ayrılığına teşvik etti.
2010 yılında Danimarka Doğal Tarih Müzesi’nden Eske Willerslev’in başında olduğu araştırmacılar, antik bir insan genomunun ilk tüm DNA dizini oluşturmak için 4.000 yıllık bir Grönland yerlisine ait saç tutamı kullandılar. Bu alanın geleceğini gören Kristiansen, geç Neolitik Dönem’deki Tunç Çağı’na yön veren 4.000 ila 5.000 yıl önceki insan hareketliliğini incelemek için Willerslev’den prestijli Avrupa Araştırma Konseyi hibesiyle bir araştırma grubu oluşturulmasını istedi.
Birliktelik Problemleri
Göç, arkeologlar için her zaman ana bir stres kaynağı olmuştur. İnsan göçlerinin arkeolojik kayıtlardaki kültürel değişimler için sorumlu olup olmadığı hep tartışılmıştır. Bell Beaker (Çan biçimli çanak çömlek kültürü) fenomeni ise bu duruma bir örnek, yani kısaca kültürel değişimlerde insanların değil fikirlerin yer değiştirmesi. Bağdaştırıldıkları arkeolojik eserlere göre tanımlanan popülasyonlar, bilimin sömürgeci geçmişinin bir parçası ve yapay kategoriler uygulayan biri gibi görülmüştür.
Arkeoloji, artık bu tür büyük hikayelerden uzaklaştı
Birçok arkeolog, tarih öncesi dönemin sanki homojen kültürel grupların dünya haritası boyunca geçtikleri yerleri fethettiği bir risk oyunuymuş gibi olan görüşlerinden kurtuldu. Bunun yerine, araştırmacılar az sayıdaki antik kazı alanlarını ve orada yaşamış insanların hayatlarını anlamak için odaklanma eğilimindeler. Londra’daki Doğal Tarih Müzesi’nde biyoarkeolog ve Britanya’ya tarımın gelişini antik DNA ile izleyen bir takımın parçası olan Tom Booth, “Arkeoloji, artık bu tür büyük hikayelerden uzaklaştı.” diyor. “Birçok insan, insanların yaşamını anlamak için bölgesel olarak değişimi anlamak gerektiğini düşündü.”
Bir bölgede günümüzde yaşayan halkın geçmişteki popülasyonlarından genellikle farklı olduğunu defalarca kez göstermiş olan antik DNA çalışmaları, tarih öncesi insan göçlerine detaylı bir şekilde odaklanmayı vadediyor. Harvard Tıp Okulu’nda (HMS) popülasyon genetikçisi olan David Reich, “Genetik biliminin başarılı olduğu kısım popülasyonlardaki değişimleri saptamak.” diyor. Kristiansen, uzmanlığı olan Tunç Çağı hakkında “Arkeologlar yer değiştiren bireylerin varlığını kabul etmeye hazır hale geldiler. Fakat büyük göçler için hazır değildiler. Bu yeni bir şey.” diyor.
Kristiansen, bölgesel jeokimya koşullarına göre değişiklik gösteren dişlerdeki stronsiyum izotopu çalışmalarının, bazı Tunç Çağı bireylerinin yaşamları boyunca yüzlerce kilometre yol alışını gösterdiğini söylüyor. Kendisi ve Willerslev, DNA analizi ile bu dönemdeki bütün popülasyonların yer değiştirmelerini ortaya çıkarıp çıkaramayacaklarını merak ediyorlar.
Aynı zamanda bir rekabet de söz konusuydu. 2012 yılında New York, Oneonta’daki Hartwick College’de arkeolog olan David Anthony, arabasını Rusya’nın Samara şehrinin yakınlarındaki bozkırlarda ekip arkadaşlarıyla birlikte yaptığı kazısından elde ettiği insan kalıntıları içeren kutularla doldurdu. Bu kemiklerin içinde Yamnaya kültürüne ait Tunç Çağı göçebe çobanları da bulunuyor. Kendisi, bu kutuları Reich tarafından Boston’da kurulan antik DNA laboratuvarına götürüyordu. Aynı Kristiansen gibi Anthony de geçmiş hakkında geniş çapta teorilerde bulunmakta oldukça rahat hissediyordu. 2007’de ki “The Horse, the Wheel and Language” (At, Tekerlek ve Lisan) adlı kitabı Avrasya bozkırlarının, at evcilleştirilmesindeki ve tekerlekli ulaşımdaki modern gelişmeleri adına bir eritme kazanı olduğunu ileri sürüyordu. Eritme kazanı yani melting pot, heterojen toplumların homojen hale geldiği yani farklı unsurların “birlikte eriyerek” uyumlu bir şekilde ortak bir kültür oluşturduğunu tanımlayan bir terimdir. Hint-Avrupa dil ailesinin, Avrupa boyunca ve Asya’nın bazı bölgelerine yayılmasının tekerlekli ulaşım ile gerçekleştiği öne sürülüyor.
2015’te yayımlanan Nature makalelerinde, araştırma grupları geniş çapta benzer sonuçlara ulaştı. Günümüz Rusya ve Ukrayna’sının bozkır çayırlarından Yamnaya kültürel eserleriyle ve mezar çukurları gibi uygulamalarıyla bağdaştırılan çoban popülasyonlarının gelmesi, yaklaşık 4.500 ila 5.000 yıl önce Orta ve Batı Avrupa’daki gen havuzunu değiştirdi. Bu durum Neolitik çanak çömleklerin, ölü gömme tarzlarının ve diğer kültürel ifade yöntemlerinin kaybolması ve Kuzey ve Orta Avrupa’ya yayılmış olan İp Baskılı Seramik Kültürü’ne (Corded Ware) ait eserlerin ortaya çıkması, birbirleriyle uyuşuyordu. Kristiansen “Bu sonuçlar, arkeoloji camiasını sarstı” diye belirtiyor.
İpleri Kesenler
Vardıkları kanılar anında geri püskürtülmeye başlandı. Reich, bazılarının makalelerin yayımlanmasından bile önce başladığını söylüyor. Birlikte çalıştığı düzinelerce kişiye bir taslak dağıttığında birçok arkeolog projeden çekildi. İp Baskılı Seramik Kültürü’yle bağlantılı insanların, Batı Avrupa’daki Neolitik grupları değiştirmesi fikri, birçok kişiye ürkütücü bir şekilde Gustaf Kossinna’nın fikirlerini hatırlatmıştı. 20. yüzyılın başlarında Alman bir arkeolog olan Kossinna, İp Baskılı Seramik kültürünü günümüz Almanya’sının insanlarıyla bağdaştırmıştı ve tarih öncesi dönemin yerleşim arkeolojisi olarak bilinen “risk tahtası” görüşünü öne sürmüştü. Bu düşünce daha sonra Nazi ideolojisini besledi.
Reich çalışmadaki eş yazarlarını arkasına aldı ve makalenin 141 sayfalık “ek materyaller” bölümünde Kossinna’nın düşüncelerini reddettiği bir yazısını paylaştı. Bu bölümün, büyük ölçekli antik göçleri iddia eden genetik çalışmaların geniş bir kitle tarafından nasıl algıladığını göstermek adına aydınlatıcı olduğunu söyledi.
Yine de herkes tarafından tatmin edici değildi. Birleşik Krallık’taki Bristol Üniversitesi’nden arkeolog olan Volker Heyd, “Kossinna’nın Gülümsemesi” başlıklı bir yazıda insanların bozkırlardan batıya doğru yer değiştirdiği fikrine katıldığını fakat genetik işaretlerin nasıl farklı kültürel ifadeleri bir araya getirdiği kanısıyla aynı fikirde olmadığını belirtti. İp Baskılı Seramik ve Yamnaya mezarlarının, benzerliklerinden çok farklılıkları var. Rus bozkırlarında ve Yamnaya kültürü öncesi batı bölgelerde kültürel alışveriş için kanıtlar mevcut olduğunu söylüyor. Bu gerçeklerin hiç birisi genetik makalelerinin sonuçlarını çürütmüyor fakat arkeologların ilgilendikleri soruları cevaplamada makalelerinin yetersizliğinin altını çizdiğini göstermeye çalışıyor. Heyd “Temelde yaptıklarının doğru olduğuna hiç şüphem olmasa da yansıtamadıkları şey geçmişin karmaşıklığı. Genetikçilerin gündemi belirlemesine ve asıl mesajı vermesine izin vermek yerine, onlara geçmişteki insan eylemlerindeki karmaşıklığı öğretmeliyiz.” diyordu.
Arkeologlar ve genetikçiler geçmiş hakkında farklı şeyler söylüyorlar
Texas, Dallas’ta Southern Methodist Üniversitesi’nde moleküler antropolog ve tarih öncesi dönem arkeoloğu olan Ann Horsburgh, bu gerginlikler aradaki iletişim sıkıntısına yoruyor. Arkeologlar ve genetikçiler geçmiş hakkında farklı şeyler söylüyorlar fakat materyal kültürü adı gibi sık sık birbirine benzer terimler kullanıyorlar. “Bu yine C.P. Snow” diyor, İngiliz bilim adamı Snow’un fen bilimleri ve insani bilimleri arasındaki bölünmeden yakındığı “İki Kültür” adlı derslerine gönderme yaparak. Horsburgh, geçmiş hakkında arkeolojiden ve antropoloji çıkarımlarının yerine genetik sonuçlarına öncelik verildiğinden ve mantıklı bağlantı kurmayı engelleyen” moleküler şovenizm”den yakınıyor.
Kendi alanı olan Afrika prehistoryasının, antik genomların sarsılmaya başladığını gören Horshburg, kendi çalışmalarının farklı yorumlanmasıyla şaşkınlığa uğrayan arkeologların genetikçilerle daha bir eşit ortaklık talebinde bulunabilmek için arkeolojik kalıntılar üzerinden güçlerini göstermeli diyor. “Beraber çalışmak, bir e-mail atıp ‘Çok havalı kemikler bulmuşsun. Sana bir Nature makalesi kazandıracağım.’ demek değildir. Böyle bir iş birliği olamaz,” diyor.
Bell Beaker çalışması, Britanya’nın genetik yapısında büyük bir değişim bulsa da, kültürel fenomenin tek bir popülasyonla ilintili olduğu düşüncesini reddetti. İberya’da Bell Beaker eşyalarıyla gömülen bireyler, daha eski yerel popülasyonlar ile yakından bağlantılıydı ve kuzey Avrupa’dan Beaker kültürüyle ilişkilendirilen bireylerle (Yamnaya’daki bozkır gruplarıyla bağlantılı olanlar) az derecede ortak ataya sahiplerdi. Yani yer değiştiren çanaklardı, insanlar değil.
Reich, kendi rolünü antik DNA teknolojini arkeologlara getirmek konusunda yardımcı olan biri olarak anlatıyor. “Arkeologlar bu teknolojiyi sahiplenecekler ve Ludditler’lerin durumuna düşmeyecekler ve kendilerininkini yapacaklar” diye tahmin de bulunuyor.
Arkeoloji ve genetiğin beraberliği açısından beklenmedik bir merkez
Doğu Almanya’daki Thüringen eyaletinde uykulu bir vadide yer alan Jena şehri, arkeoloji ve genetiğin beraberliği açısından beklenmedik bir merkez haline gelmiştir. Max Planck Topluluğu 2014 yılında İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü’nü kurdu ve antik DNA araştırmalarının parlayan yıldızı Johannes Krause’yi direktör olarak başa getirdiler. Krause, Leipzig’te Max Planck Evrimsel Biyoloji Enstitüsü’nde genetikçi Svante Pääbo’nun çırağıydı. Krause oradayken Neandertal genomu üzerinde çalıştı ve Denisovalı olarak bilinen yeni bir arkaik insan türünün keşfedilmesinde yardımcı oldu.
Pääbo, antik insanlar ve akrabaları hakkındaki biyolojik soruları cevaplamak adına genetik biliminin uygulanmasına odaklanmışken Krause bu teknoloji için daha geniş bir uygulama alanı gördü. Jena’daki enstitünün başına geçmeden önce, araştırma grubu 14. yüzyılda Kara Veba’dan ölen insanların dişlerinde vebaya sebep olan bakteriyi tanımladı ve bu, bir salgının potansiyel sebebi adına ilk kanıt oldu. Jena’da genetiğin sadece Neolitik ve Tunç Çağı gibi geçmişi yeniden oluşturmak için asıl aracın arkeolojik metotların olduğu tarih öncesi dönemleri değil, aynı zamanda daha yakın zamanları da aydınlatmasını umdu. Tarihçilerle beraber yol almak şu an gelişme aşamasında, fakat arkeoloji ve genetik bilimi bu enstitüde birbiriyle bütünleşmiş halde. Krause’nin yönettiği departmanın adı bile arkeogenetik. “Disiplinler arası olmak zorundayız” diyor, çünkü genetikçiler arkeologların, dilbilimcilerin ve tarihçilerin onlarca yıldır uzmanlaştıkları soruları ve zaman dilimlerini araştırıyorlar.
Krause ve grubu, antik genomiğin harita sürecine yoğun bir şekilde dahil oldu (kendisi Reich ile beraber birçok projede çalıştılar). Ancak geçen sene yayımlanan ve Almanya’daki Neolitik ve Tunç Çağı arasındaki geçişe odaklanan bir çalışma, geniş çaplı antik DNA çalışmalarına şüpheyle yaklaşan arkeologların takdirini kazandı.
Stockhammer başında olduğu çalışmada, araştırma grubu Bavarya’nın güneyindeki Lech Nehri Vadisi’nden yaklaşık MÖ 2500 ila 1700 yıllarına ait 84 tane Neolitik ve Tunç Çağı iskeletini analiz ettiler. Bu dönemde ortaya çıkan mitokondriyal genomlarındaki (anneden çocuklara aktarılır) çeşitlilik, kadınların bu bölgeye olan akınını belirtiyor. Çocukluk dönemine ait olan dişlerdeki stronsiyum izotopu seviyeleri ise birçok kadının bu bölgeye ait olmadığını gösteriyor. Vakaların birinde akraba olan iki bireyin farklı materyal kültürleriyle gömüldükleri bulundu. Başka bir deyişle arkeolojik kayıtlardaki bazı kültürel kaymalar büyük göçler yüzünden değil, fakat sistematik kadın yer değiştirmesi yüzünden olabilir.
Yakın gelecekte arkeologlar, bireylerin genomlarını kazı alanlarında dizileyebilecekler
Stockhammer, yakın gelecekte arkeologların, bireylerin genomlarını kazı alanlarında dizileyebileceklerini ve bu bireylerin hangi kökenlere sahip olduğunu belirlerken bölgesel aile ağacı oluşturabileceklerini söylüyor. Bu durum araştırmacılara biyolojik akrabalığın, miras olan materyal kültürü ve statüyle nasıl bağlantılı olduğuna dair soruları sorma imkanı verecektir. Stockhammer “Bunlar, tarihin büyük soruları. Şu an sadece iş birliği yapıldığı sürece cevaplanabilirler.” diye belirtiyor.
Şubat ayında biyoloji için ön baskı sunucusuna (BioRxiv) girmiş ve yakında yayımlanacak olan bir çalışma, göçebe “barbar” kavimlerin Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonraki boşluğu doldurduğu Avrupa’nın göç dönemlerini aydınlatıyor. Bu makalede genetikçi, arkeolog ve tarihçilerden oluşan bir araştırma grubu, Lombardlar olarak bilinen toplulukla ilişkilendirilen Macaristan ve kuzey İtalya’daki iki Orta Çağ mezarlığından 63 bireyin soy ağacını oluşturdu. Mezarlıkta yüksek statülü yabancıların gömülü olduğuna dair kanıt elde ettiler: Çoğu, eşyasız gömülme eğiliminde olan yerel halkınkinden farklı olan orta ve kuzey Avrupa genetik soylarını taşıyordu ve bazı barbar gruplarının yabancıları da içerdikleri düşüncesine kesin olmayan destek sunuyorlardı.
Princeton, New Jersey’deki İleri Araştırmalar Enstitü’sünden Orta Çağ tarihçisi ve Lombard çalışmasında yöneticilerinden olan Patrick Geary, makalenin daha emsal değerlendirilmesinden geçmediği için bir yorumda bulunmadı. Fakat, bu göç dönemi gibi tarihsel dönemlere ait genetik araştırmaların, gizli tuzaklar da barındırdığını söylüyor. Tarihçiler, kendi çalışmalarından ettikleri verileri, paleoiklim kayıtları gibi, fazlasıyla dahil ettiklerini ve antik DNA için de aynı şekilde yapacaklarını söylüyor. Fakat, tarihçiler de arkeologlar ile biyoloji ve kültürün bir araya getirilmesine dair aynı korkuları taşıyorlar. Yani, Franklar ve Gotların veya Vikinglerin genetik profiller ile somutlaştırılıp antik insanların kendilerini nasıl gördüklerine dair bilgileri çiğneyip sorun oluşturabilecek adlandırmalar gibi. Geary “Bugünlerde tarihçilerin tek öğrenmek istediği kimlikler” diyor. “Genetik bilimi bu soruları cevaplayamaz”.
Reich kendi alanının, geçmişin ayrıntıları ve kesinliği ile arkeolog ve tarihçilerin istediği düzeyde başa çıkamadığını kabul ediyor. Ancak, bu kişilerin kendi alanı anlayarak eninde sonunda etkileneceklerini umuyor. “Bizler, insan tarihi çalışmalarına geç gelen barbarlarız” diyor. “Fakat barbarları görmezden gelmek oldukça tehlikeli.”
Oğuzhan Parasayan - Arkeofili.com