Anasayfa / Kütüphane

Darül Kurra ve Darül Huffaz ne demektir?

Dârü’l-kurrâ nedir? Nerelere Darül Kurra denilirdi? Darül Huffaz ile farkı nedir?

 

Dârü’l-kurrâ  genel anlamı ile Kur’an öğretilen ve hâfız yetiştirilen mekteplerin, kıraat tâlimi yapılan medrese veya cami bölümleridir. Mirari anlamı ile Kur’an öğretilen ve hâfız yetiştirilen mekteplerin, kıraat tâlimi yapılan medrese veya bölümlerin genel adı.

“Yer, mekân, ev” gibi anlamlara gelen dâr ile “okuyan” anlamındaki kârî kelimesinin çoğulu kurrâ kelimelerinden meydana gelen dârü’l-kurrâ; Kur’ân-ı Kerîm’in öğretildiği, tamamının ezberletildiği ve kıraat vecihlerinin tâlim ettirildiği mektepler için kullanılan terimdir.

Kur’an öğretilen ve hafız yetiştirilen mekteplerin, kıraat tâlimi yapılan medrese veya bölümlerin genel adına Darül Kurra denir. Darül Huffaz ise hafız yetiştirilen yerlere denilirdi. Bunların yüksek kısımlarına “Darül Kurra” denilirdi. Kur’an-ı ezberleyenlere Hafız, kıraat ilmini tamamlayanlara “Kurra” adı verilirdi.

Bu müesseselere dârül-kur’ân ve dârül huffâz adı da verilir.

***

Asr-ı saâdet’te Mescid-i Nebevî’de başlayan ve daha sonra ashaptan bazılarının evleriyle ilk İslâm mâbedlerinde devam eden kıraat ilmi eğitimi zaman içinde kurumlaşarak bu maksatla inşa edilen ve dârülkurrâ (dârülkur’ân, dârülhuffâz) adı verilen yapılarda sürdürülmüştür. İslâm dünyasında bu yapı türünün ilk defa hangi dönemde ve nerede ortaya çıktığı yeterince araştırılmamış, ayrıca erken tarihli örnekler de günümüze ulaşmamıştır.

Osmanlı devrinde ilk dârülkurrânın, Orhan Gazi’nin saltanat yıllarında İznik’in fethinden (1331) sonra Süleyman Paşa Medresesi ile birlikte ve onun yanına yapıldığı Evliya Çelebi tarafından rivayet edilir. Yıldırım Bayezid’in Bursa’da XIV. yüzyılın sonlarında inşa ettirdiği Ulucami Külliyesi’nde camiye bitişik tasarlandığı anlaşılan dârülkurrânın belgelerde “muallimhâne” adıyla zikredilmesi, yine Bursa’daki aynı döneme ait Gazi Demirtaş (Timurtaş) ve Ebû İshak Kâzerûnî camileriyle daha önce I. Murad’ın Çekirge’de yaptırdığı külliyede yer aldıkları bilinen muallimhânelerin de dârülkurrâ niteliğinde oldukları ihtimalini güçlendirmektedir. Aynı şekilde Amasya ile Bursa’da bulunan, kaynaklarda adları “mekteb” şeklinde geçen I. Mehmed ve II. Murad devirlerine ait yapılardan bazılarının birer dârülkurrâ olması mümkündür. Bunlardan başka İstanbul’daki Fâtih Külliyesi’nde (1463-1470), dış avluyu çevreleyen duvarın kuzey kenarında ve Boyacılar Kapısı’nın yanında yer aldığı bilinen mektebin de Evliya Çelebi tarafından “sıbyân-ı müslimîn için dârü’t-ta‘lîm-i Kur’ân” olmak üzere bina edildiği bildirildiği için (Seyahatnâme, I, 140) aslında bir dârülkurrâ olabileceği akla gelmektedir. Osmanlı mimarisi tarihine ilişkin güvenilir kaynaklarda açıkça dârülkurrâ adıyla anılan ilk yapılar, Trabzon’daki Fâtih Dârülkurrâsı ile Amasya’daki II. Bayezid devrine ait Abdullah Paşa ve Sultan Hatun dârülkurrâlarıdır. Fakat Osmanlı mimarisinin doğuşundan XV. yüzyıl sonlarına kadar uzanan iki yüzyıllık döneme ait bu örnekler tamamen ortadan kalkmış olup mimari özellikleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Ancak bu yapıların, E. Hakkı Ayverdi’nin Fâtih Külliyesi’ndeki mektep için düşündüğü gibi tek hacimli, kare planlı ve kubbeli yapılar olduğu tahmin edilebilir.

Türk-İslâm mimarisi tarihinde günümüze ulaşabilmiş en eski örnekler, Konya’da Karamanoğulları devrinde inşa ettirilen dârülhuffâzlardır. Bunların en eskileri, Karamanoğlu II. Mehmed Bey devrinde Hatıplı Has Beyoğlu Mehmed’in biri şehir içinde, diğeri Meram’da olmak üzere yaptırdığı iki dârülhuffâzdır. Gazi Alemşah mahallesinin sınırları içinde kalan ve Has Bey Dârülhuffâzı olarak tanınan yapının kitâbesi 824 (1421) yılında inşa edilmiş olduğunu belgelemektedir. Kare planlı ve kubbeli tek bir hacimden ibaret olan binanın duvarları tuğla ile örülmüş, üç cephede kalkerden yontulmuş bloklarla, giriş cephesinde süslemeli mermer levhalarla kaplama yapılmıştır. Yapıyı örten tuğla örgülü kubbe, Türk üçgenlerinden müteşekkil nisbeten yüksek bir kasnağa oturur. Dördü kasnakta olmak üzere toplam altı adet ufak pencereden ışık alan iç mekânda, Selçuklu üslûbunu yaşatan mozaik çini süslemeli mihrap dikkati çekmektedir. Bodrum katında bâniye ait olduğu tahmin edilen bir kabir teşhis edilmekte, kripta niteliğindeki bu bodrumun varlığı Has Bey Dârülhuffâzı’nda Selçuklu kümbet geleneğinin sürdürüldüğünü kanıtlamaktadır.

Osmanlı devrinden kalma en eski örnek, Bursa’daki 1492-1493 tarihli Hoca Yâkub Dârülkurrâsı’dır. Bu yapı, biri kışlık diğeri yazlık dershane olarak düşünüldüğü anlaşılan iki hacimden meydana gelmektedir. İkisi de kare planlı olan ve sekizgen kasnaklı kubbelerle örtülmüş bulunan bu hacimlerden kapalı kışlık dershane tıpkı Konya’daki Hacı Ali Dârülhuffâzı’nda olduğu gibi bir ocakla donatılmış, yazlık dershane ise geniş bir kemerle dışarıya açılarak kubbeli eyvan niteliğine kavuşturulmuştur. Bir sıra kesme taş, iki sıra tuğla ile örülen almaşık duvarlarla kasnaklar testere dişi silmelerle son bulmakta, kemerlerde tuğlanın tercih edilmiş olduğu görülmektedir. Yazlık dershanenin kemerli cephesindeki kalkan duvar, Selçuklu devri eyvan türbelerinden Konya’daki XIII. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen Gömeç Hatun Türbesi’nin cephesini hatırlatmakta, ayrıca Bursa’da erken devir Osmanlı mimari üslûbuna ilişkin bazı ayrıntıların II. Bayezid devrinde hâlâ yaşatıldığını kanıtlamaktadır. Hoca Yâkub Dârülkurrâsı, biri eyvan niteliği taşıyan iki hacimli tasarımı ile gerek Karamanoğlu devrine ait dârülhuffâzlardan, gerekse daha sonra inşa edilen Osmanlı dârülkurrâlarından ayrılmakta, hepsi tek hacimli olan bu yapılardan ziyade bir iki istisna hariç kendisiyle aynı tasarım şemasını paylaşan Osmanlı sıbyan mekteplerinin gelişme çizgisi içinde yer almaktadır.

Mimar Sinan’ın Hassa başmimarı bulunduğu döneme (1538-1588) rastlamasına rağmen onun eseri olmayan ve Kütahya’da 1579 yılında Câfer Paşa tarafından yaptırılan dârülkurrâ, tamamen kendine has tasarımı ile Osmanlı dârülkurrâları arasında istisnaî bir örnek teşkil eder. Sekizgen prizma biçimindeki gövdesi ve kubbesiyle ilk bakışta klasik üslûpta bir Osmanlı türbesini andıran yapının duvarları kesme köfeki taşı ile örülmüş, her cephesine altlı üstlü ikişer pencere açılmıştır. Dikdörtgen olan alttakiler söveli, üsttekiler ise sivri kemerlidir ve batı yönündeki cephede alt pencerenin yerine kapı yerleştirilmiştir. Cephelerdeki izlerden, zamanında İstanbul Kasımpaşa’daki Piyâle Paşa Türbesi gibi çepeçevre ahşap bir sundurma ile kuşatılmış olduğu anlaşılmakta, böylece yapının türbe mimarisiyle olan yakınlığı daha da güçlü biçimde hissedilmektedir. Kubbenin örgüsünde almaşık sistemin kullanılmış olması bu dârülkurrânın diğer bir ilginç yanını teşkil etmektedir.

Osmanlı dârülkurrâlarında görülen önemli bir özellik, bu yapıların genellikle büyük veya küçük kapsamlı bir külliyenin programı içinde yer almaları, en azından bir cami veya mescidin yanında inşa edilmiş olmalarıdır. Tek başına tasarlanmış olan Bursa’daki Hoca Yâkub ve Kütahya’daki Câfer Paşa dârülkurrâları, tasarımları açısından olduğu gibi bu yönleri ile de istisna teşkil etmektedirler.

***

Camiler uzun süre Kur’an ve hadis tahsilinin merkezi olmuşlardır Buralarda ileri seviyede Kur’an öğrenimi için oluşturulan ders halkaları “seb” ve “tasdîr” diye anıldı; kıraat hocasına “şeyhü’l-kırâa”, görevine de “meşîhatü’l-kırâa” denildi. Şehir camilerinde yürütülen Kur’an okutma faaliyeti “meşîhatü’l-mescid”, ordugâhlarda yürütülen faaliyetler “meşîhatü’l-cünd” ismini aldı. Bu sonuncunun hocalarına “kâriü’l-cünd” de denilirdi. Evliya Çelebi’nin selâtin, vüzerâ ve diğer ileri gelen¬lerin camilerinin her birinde bir Dârül Kurrâ olduğunu söylemesinden de anlaşılacağı gibi mescidlerde kıraat ilminin okutulduğu özel bölümlere Osmanlılar Dârül Kurrâ adını vermişlerdir.

İslam Dünyasının İlk Medreseleri
İslâm dünyasında ilk medreseler hicrî IV. yüzyılın ortalarında Nîşâbur’da kurulmuştur. Bunlardan bir kısmı “dârüs-sûnne” denilen hadis okullarıydı. Diğerlerinde, sonraki bazı medreselerde örneği görülen dârülkurrâ ve dârülhadis gibi bölümlerin olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte hocalarından bir kısmının mukrî olmasından da anlaşılacağı üzere okutulan dersler arasında kıraat ilminin önemli yer tuttuğu sanılmaktadır.

Selçuklular, kıraat ilminin okutulduğu medreseleri genellikle “Dârül Huffâz” şeklinde adlandırmışlardır. Bu adlandırma kısmen Osmanlılar dönemine de uzanmaktadır. Timur devri mimarisinde bazı türbelerin çevresinde yer alan külliyelerde hafızların Kur’an okuması için yapılan odalara bu isim verilmiştir. Nitekim Meşhed’de İmam Ali er-Rızâ Türbesi ve Gevher Şâd Camii planlarında Dâ¬ül Huffâz olarak adlandırılan odaların bulunduğu görülmektedir.

Osmanlılarda Dârül Kurrâ

Osmanlılar Kur’an ihtisas medreselerine; Dârül kurrâ demişlerdir. Osmanlı topraklarının her tarafında çok sayıda dârül kurrâ vardı. Ancak bu binaların büyük bir kısmı bugün mevcut değil. Anadolu beylerbeyi iken 1582’de Rumeli beylerbeyliğine tayin edilen Cafer Paşa’nın yaptırdığı, bugün evler arasında sıkışıp kalmış Kütahya Dârül Kurrâ’sı gibi bazıları ise ayakta kalmak için direnmektedir. Mimar Sinan’ın yaptığı Dârül Kurrâlardan; İstanbul Süleymaniye, Hüsrev Kethüda, Sokullu Mehmed Paşa, Atik Valide Dârül Kurrâları ile Dâvud Ağa’nın yaptığı Edirne Selimiye Dârul Kurrâsı zamanımıza kadar gelebilmiştir.

Dârül Kurrâlann birçoğu hakkında tarihî kaynaklar yanında seyahatnamelerle vakfiyelerden ve tabakat kitaplarında yer alan hocalarının biyografilerinden bilgi edinilebilmektedir.

Gezdiği yerlerdeki Dârül Kurrâlann bazı özellikleri hakkındabilgiler veren Evliya Çelebi, kendi asrında oldukça fazla sayıda Dârül Kurrâdan söz etmektedir. Bundan bir asır sonrasının (XVIII. yüzyıl) vakıf eserleri üzerinde yapılan araştırma ise bu dönemde çok az sayıda Dârül Kurrâ bulunduğunu göstermektedir. Evliya Çelebi’nin kendi dönemini biraz abartmış olabileceği düşünülürse de devletin gittikçe gerilemesinin bu müesseselerin azalmasına yol açmış olabileceğini, ayrıca onun sözünü ettiği Dârül Kurrâlardan büyük kısmının selâtin, vüzerâ, ayan ve eşraf camileri bünyesinde yer aldığını unutmamak gerekir.

Evliya Çelebi Edirne hakkında bilgi verirken bu şehirde de birçok Dârül Kurrâ bulunduğunu ve buralarda hafızlık yapıldığını, çeşitli seviyelerde kıraat dersleri görüldüğünü, İbnü’l-Cezerî ve Şâtı-bî’nin eserleriyle şiirler okutulduğunu yazar. Ayrıca İstanbul’da bütün büyük camilerin bünyesinde Dârül Kurrâ yer aldığı gibi müstakil binalardan Dârül Kurrâlann da mevcut olduğunu ve döneminde İstanbul’da 3000’i kadın olmak üzere 9000 hafız bulunduğunu kaydeder.

Türkiye’de Dârül Kurrâlar

Türkiye’deki Dârül Kurrâlar, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhîd-i Tedrisat Kanunu’nun 2. maddesi gereğince bütün okullar gibi Maarif Vekâleti’ne bağlanmak istenmişse de zamanın Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin bu kurumların birer ihtisas okulu olduğu için başkanlığa bağlı olarak öğretime devam etmesi gerektiği yolundaki ısrarı sonucu Kur’an kurslarına dönüşerek varlıklarını kesintisiz devam ettirmişlerdir.

Fakat buralar zamanla sadece Kur’an okumanın öğretildiği, din dersleriyle takviye edilen okullar durumuna geldi. Kıraat ilminde ihti¬saslaşma ise sayıları pek fazla olmayan hocaların şahsî gayretleriyle sınırlı kaldı. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı İstanbul Haseki Eğitim Merkezinde 1976’dan beri devam eden üç yıllık aşere, takrib, tayyibe ihtisas kursları, tarihî Dârül Kurrâ müesseselerinde yapılan öğretimle hayli benzerlik göstermektedir.

Konu hakkında daha ayrıntılı bilgi içeren TDV İslam Ansiklopedisi'nin iki makalesi için bu linki kullanabilirsiniz: