Anasayfa / Kütüphane / Sözlük

Philemon

Philemon kimdir?

 

1. Philemon: MÖ 368/6-267/63. Komedya şairi.

Yeni Komedya Döneminde etkinlik göstermiştir. Nereli olduğu konusunda iki görüş vardır: Syracusae ya da Kilikia’daki Soli. Fakat MÖ 307’den önce Atina vatandaşlığına hak kazandığı biliniyor.

Çeşitli kaynaklara göre 97, 99 ya da 101 yaşında ölmüştür. Son günlerine dek fiziksel ve ruhsal olarak dinçti.

Menandros’un başlıca rakiplerinden biriydi. Oyunları ustaca kurgulanmış olay örgüleri, canlı tasvirleri ve beklenmedik olaylara yer vermeleri ile dikkat çeker.

Atina’dan sonra bir süre de İskenderiye’de çalıştı. Başlıklarını bildiğimiz altmış tanesiyle birlikte toplam 97 komedya yazmıştır.

MS 2. yüzyılda Atina’da onuruna heykel dikilmiştir.

Düzenle

2. Philemon: Bergama'ya özgü bir efsane. 

 Philemon'la Baukis efsanesi Bergama'ya özgü bir efsanedir. Bu güzel öyküyü Halikarnas Balıkçısı'ndan esinlenerek yazılmış bir anlatımla veriyoruz:

Evvel zaman içinde, Bergama denilen şehrin bulunduğu yeşil ovanın bir köşesinde ulu bir ağaç varmış; bu ağaç çınar, söğüt, meşe, güren veya ıhlamur ağaçlarının hiçbirine benzemezmiş; benzemez, çünkü hem çınar, hem de ıhlamur agacıymış. İri gövdesinden fışkıran iki koca dal birbirine dolanır, düğüm olup kenetlendikten sonra biri bir yana çınar yaprakları, öbürü öbür yana ıhlamur yaprakları salar, yayıldıkça yayılırmış. Her bahar dalları yeni özlerle beslenip şişen, yapraklarının yeşil kubbesi hışırtılı bir gölgeyle toprağı serinleten bu eşi görülmedik ağacın bir masalı varmış. Bu masalı size anlatayım: Bir varmış bir yokmuş, Philemon'la Baukis adında bir karı-koca varmış. İkisi de yaşlı, çok yaşlıymış. Bunca yıllık karı-koca oldukları halde Philemon'la Baukis ilk evlendikleri günkü kadar sevişirlermiş. Gövdelerini ağırlaştıran, yüzlerini kırış kırış eden yaş gönüllerinin tazeliğini almamış, sevgilerinin ateşini söndürmeni işti. Yoksul evceğizlerinde mutluluk hiç solmayan bir çiçek gibi açar, serpilirmiş. Gündüz Philemon tarlada, Baukis ocak başında çalışırlar, günlük ekmeklerini çıkarırlar, ufak varlıklarının hem efendileri, hem uşakları olup tek başlarına buyruk yaşarlarmış. Katı yürekli, para canlı adamlar çevrelerini sarmış. Ama Philemon'la Baukis komşularına aldırış etmezler, kendi ocaklarının cörmert ateşinde ısınıp, sevgi ve mutlulukla dokurlarmış ömürlerini. Günün birinde tanrılar tanrısı Zeus yüce Olympos dağından yeryüzüne inmeyi kurar. Oğlu kılavuz tanrı Hermes'e: "Gel şu Frigya ovasına gidelim de, ölümlü insanların nasıl yaşadıklarını bir görelim, der. Kesilen kurbanların dumanı çoktandır göğe yükselmiyor. İnsanlarda tanrı saygısı, sevgisi kalmadı mı yoksa?'. Ayakları kanatlı tanrı Hermes bu yolculuğa dünden hazırdır. İki tanrı tanınmamak için eski püskü rubalar giyip hemencecik yola koyulurlar. Bergama ovasına inince, tanrı misafiriyiz diye birçok evlerin kapısını çalarlar. Ama ev sahipleri: " Yolunuza gidin, sizi misafir edecek yerimiz yok!" diye karşılık verirler. Böylece çaldıkları her kapı ev sahiplerinin yürekleri gibi kapalı kalır tanrılara. Enikonu taban teptikten sonra, iki tanrı, damı yerden az yükselen Philemon'un yoksul kulübesine varırlar. Kapı hemen açılır ve tanrılar küçücük evin kapısından eğilerek girerler. Philemon'la Baukis misafirleri içten gelen bir sevinçle karşılarlar. Onları ağırlamak için alçak sedirin üstüne saman dolu torbalar koyarlar. Baukis ocaktaki külleri eşeleyip, ateşe kuru yapraklarla ağaç kabukları katar. Uzun uzun üfler, sonra alev dillerini çürük zeytin kökleriyle örter. Philemon da bahçeden bir lahana getirir. Baukis lahanayı ayıklayıp ateşe koyarken, kocası asılı duran kuru etten bir dilim keser. Yemek pişedursun, karı-koca bir tahta kaba su koyup ateşin yanında ısıtırlar ve misafirlerinin ayaklarını yıkarlar. Kaba, ama tertemiz havlularla silerler. Yemek pişince, karı-koca titrek elleriyle masaya mis gibi kokan yabani nane sürttüler. Philemon bir ayağı kısa olan masanın altına kırık bir çanak parçası koydu. Sonra da zeytin, kırmızı turp, salata ve külde pişmiş yumurtaları dizdi sofraya. İki tanrı doya doya yiyorlardı. Philemon da arada bir tahta testiden sirkeye benzer bir şarap dolduruyordu tanrılara. Ne var ki, taslar doldukça, testideki şarap eksileceğine, çoğalıyordu. Philemon'la Baukis bu mucizeye önce şaşakaldılar, sonra evlerine gelen tanrı misafirlerinin gerçekten tanrı olduklarını anladılar. Dize gelip, yakardılar. Zeus ayağa kalktı. Gelin, dedi Philemon'la Baukis'e. Tanrılar önde, ihtiyarlar arkada, bir yamaca tırmandılar. Bir de dönüp baktılar ki, şehir sulara boğulmuş, yalnız kendi kulübelerinin bulunduğu tepecik yüzüyor, yoksul evceğizlerinin yerine de pınl pırıl beyaz mermerden bir tapınak yükseliyormuş. Tanrılar tanrısı dile geldi: "Ey iyi insanlar, dedi, dileyin benden ne dilerseniz. İyiliğiniz, cömertliğiniz karşılıksız kalmayacak". Yaşlı karı-koca birbirlerine bir şeyler fısıldamışlar, sonra Philemon şöyle demiş tanrıya: "Tanrım, senden ne dileyelim? Biz bugüne değin bir yastıkta kocadık, yediğimiz yemek, içtiğimiz su ayrı gitmedi. Bugünden sonra da bizi ayırma, birimiz önce ölüp, ötekini kollarıyla mezara taşımak acısını çekmesin. Daha ne kadar yaşayacaksak, yan yana yaşayalım, sonra da ikimiz birlikte can verip ölelim." Zeus bu dileği kabul etmiş, Philemon'la Baukis'i Frigya ovasının yüceliğinde kalan tapınağa bekçi yapmış. Aradan birkaç yıl daha geçmiş. Bir gün ihtiyar karı-koca tapınağın eşiğinde güneşleyip, Philemon Baukis'e, Baukis de Philemon'a sevgi dolu gözlerle bakarken, birbirlerinin kollarından taze dallar, yeşil yapraklar fışkırdığını görmüşler. İkisinin de ayakları toprağa gömülmekte, gövdelerini kabuk sarmaktaydı. Kollarını birbirlerine dolayıp son bir öpüşle vedalasmıslar. Ağaç kabuğu dudaklarını artık örtüyormuş ki, oradan geçen bir yolcu bir dalın öbür dala seslendiğini işitmiş. Ne oluyoruz, ağaçlar mı konuşuyor? diye duraklamış, kulak vermiş, ama rüzgârda tatlı tatlı sallanan yaprakların fısıldayışından başka bir şey duymamış.