Prof. Dr. Mehmet Özdoğan yazmasam çatlardım dediği kitabı anlattı
Duayen arkeolog Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Fırat 1964 - 2004 40 Yılın Öyküsü adlı kitabıyla Keban Barajı'nın Türkiye'de neleri değiştirdiğini anlattı. Baraj arkeolojisinden sosyal değişimlere kadar önemli açıklamalarda bulundu.
1943 yılında İstanbul tarihi çekirdeğini oluşturan yarımadada doğmuş, Robert Koleji gibi Batı'ya açık eğitimin en karasterik kurumlarından birinde eğitim görmüş, filmlere konu olmuş klasik İstanbul yaşantısının bir ferdi, Türkiye'nin en ücra, en sarp kuş uçmaz kervan geçmez noktasında öğretmenlik yapmış ve arkeolojik çalışmalar yaptı. (Bakınız: 1967 yılı Van- Hakkari Araştırmaları, Tirşin Kaya Resimlerinin Bulunuşu; Arkeoloji ve Sanat Yayınları) O insan 1968 yılında Fırat boylarında, Karasu ve Murat Vadisinde Türkiye'nin adını dünyaya iftiharla duyuran Fırat Barajı Projesinde görev almış, oradaki kültürle tanışmış ve önemli çalışmalara imza attı.
Günümüzde arkeoloji dünyasının duayen isimlerinden, prehistorik dönem konusundaki en bilgili insanı Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, o yıllara ait hatıra, izlenim ve tespitlerini bugünle harmanlayarak Fırat 1964 - 2004 40 Yılın Öyküsü adıyla kitaplaştırdı. Kitap, Fırat'la Doğan Barajlarla yok olan, kurtarma kazılarıyla (geri kazanılan) kültür üstbaşlığı ile Arkeoloji ve Sanat Yayınları arasında neşredildi.
Arkeolojikhaber ekibi olarak duayen arkeolog Prof. Dr. Mehmet Özdoğan ile Fırat 1964 - 2004 40 Yılın Öyküsü adlı kitabı üzerine söyleştik. Nezih Başgelen, Adnan Erdoğan ve Yaşar İliksiz sordu, Prof. Dr. Mehmet Özdoğan cevapladı ve ortaya uzun yıllar konuşulacak, Türkiye gerçeklerini içeren doyumusuz bir sohbet çıktı:
> Kitabınızın ortaya çıkış hikayesiyle başlayalım. Arkeolojik araştırma ve hatıralarınızı harmanladığınız bir seri kitap kaleme aldınız ve bu da o serinin ikinci kitabı. Ancak gördüğümüz kadarıyla bu kitabın çıkışından duyduğunuz heyecan diğerleri ile kıyaslandığında çok farklı.
"Bu kitabı yazmasaydım çatlardım"
> "Bu kitabı niye yazdım? Benim arkeoloji yaşamım her ne kadar, daha önce başladıysa da Keban kişiliğimin oluşmasında önemli rol oynadı. Keban'da 1968'den 1977'ye yaşadığımız deneyim bende derin izler bıraktı. Tepecik'teki kazılar mesleğe de çevreye de bakış açıma da çok şey kazandırdı. Ben o tarihten sonra pek çok kazıya gittim. Ama o kazının yeri hep başkaydı. Mesleki hayatımda onun getirdiği bir birikim bir gücü var.
İkincisi ben Fırat'ı daha evvelden görmüştüm. 1963'te ilk gez görmüştüm Fırat'ı. Sonra sürekli olarak 2004 yılına kadar sürekli Fırat civarında dolandım. 1963'te gördüğüm gürül gürül akan, suyu içilmeyecek kadar çamur deryası, alivyon bırakan, suyu sıcak ve ağıza çamur dolduran Fırat'la, barajlardan sonra suyu buz gibi olan, içilen ama akmayan, bir akarsu hissi vermeyen Fırat arasındaki fark benim belleğimi çok sarstı. Yani gölden de farklı bir su birikintisi olan Fırat. Gölün doğaya oturan bir bütünlüğü vardır. Bu Fırat ise doğaya tam oturmamış, doğanın içinde yama gibi duran bir su kütlesi. Çevresindeki topoğrafya ayrı oynuyor, oradaki su kütlesi ayrı oynuyor ve akmıyor ve bildiğimiz Fırat değil. Gerçi ben orada doğup büyümedim ama orada çok uzun süre geçirdim. Yani baraj bildiğin çok şeyi değiştirmişti. Topografyası değişmiş, manzarası değişmiş, insan değişmiş, her şey değişmiş ve orada bir su kütlesi var. Bir bu negatifliği var bir de tam tersi pozitifliği...
Onun bana kazandırdığı, bilime kazandırdığı, dünya ekonomisine kazandırdığı, benim ve benimle birlikte orada olanlara kazandırdığı artı değeri de var. İkisinin arasındaki dengeyi sağlamam lazımdı. Kitabı yazmasaydım çatlardım. Bu kitabı aşağı yukarı 15 günde yazdım. Yani yazarak içimi boşalttım."
"O şartlarda iyi kazdık, bugün dönüp baktığımız zaman, çok kötü bir kazı!
> Keban Arkeoloji kazılarına bugün baktığınızda nasıl görüyorsunuz?
> "Keban'dan önce bir kaç kazı dışında Türkiye'de prehistorik dönem arkeoloji kazısı yoktu. Bir kaç kazı vardı, o da her sene olmuyordu. Gönderecek kazı bulamadığı için Halet Hoca beni İsrail'e, bir öğrencimizi İtalya'ya, bir öğrencimizi de İran'a göndermişti. Bir de 68 ruhu vardı. 68 olaylarından önce öğrenciler kazıya götürülmüyordu. 68 olayların belki en önemli kazancı öğrencilerin kazıya götürülmeye başlamasıydı.
Keban Projesi çerçevesinde Tepecik'e geldik. Hiçbirimizin Höyük deneyimi yoktu. Ben daha önce bir iki kazıya gitmiştim ama hiç biri höyük değildi. Bir kaç kişi dışında hiç kimsenin hiç kazı deneyimi yoktu. Ama önümüzde bir misyon vardı. Ben şöyle yaklaştım olaya; 'biz kazmazsak suyun altında kalacak, yok olacak. Ne kurtarsak kardır'. Öte yandan ilk kez kazma kürekle eser toplamaya değil, modern yöntemlerle kazı yapmaya niyetliydik. Ama bu konuda sadece somut bilgilerimiz vardı. O yüzden çok bocaladık. Bütün o iyi niyetimize rağmen dengeyi kuramadık. 68 kazı sezonu sonunda oturduk, bir kazı ekibi nasıl olunur, kazı çalışması nasıl yapılır, kazı ekibi ruhu nedir, belgeleme ile bir kazı nasıl yapılır diye çalışmalar yaptık, masa başında oturup ciddi ciddi konuştuk. Kendimize yüklediğimiz misyonla, kendi çapımızda iyi kazı yaptığımıza inandık. Fena değildi yani o şartlarda iyi kazdık. Ama bugün dönüp baktığımız zaman, çok kötü bir kazı!
"Kaldığımız köyde su, elektrik, yol, bir yerden yiyecek satın alma seçeneğiniz yoktu"
Ama her şeye rağmen bir şeyler yapabildik ve becerebildik. Kemal Kurdaş'ın sayesinde kazılarda parasal açıdan sorun yaşanmadı. Ama koşullar olumsuzdu. Kaldığımız köyde su yok, elektrik yok, yol yok, bir yerden yiyecek satın alma seçeneğiniz yok. Ortalıkta soğuk ceşme suyu ve tozdan başka bir şey yoktu. Bulduğumuz aşçı da yemek yapmayı bilmiyordu. Anca tencerenin altına ateş yakmayı ve nohut kaynatmayı bilen biriydi. En yakın telefon 45 kilometre ötede Elazığ'daydı. O da bugün anladığımız manada normal telefon değildi. Şehirlerarası telefondu. 15 günde bir şehre telefon etmek için iniyorduk. Yazdırıyorduk adımızı, sıramızın gelmesini ve bağlanmasını bekliyorduk. Vallahi ne yalan söyleyeyim, ben 7 yıl içinde 4 defa konuşabildim. Mektuplaşmak daha rahattı. Mektuplaşıyorduk, çok aciliyet olursa telgraf çekiyorduk. Ama telgraf için de Elazığ'a inmek gerekiyordu.
O zaman Elazığ'da doğru dürüst bir tane lokanta vardı, Tüccar Kulübü. Ufuk, ben, Güven oraya gittik, yemek yedik. Oraya ilk gidişimizdi. Biraz sonra polis geldi, "Ufuk Esin kim?" dedi. Polisten de korkuyoruz. Ufuk, "ben" dedi. Polis "Halet Çambel'den size telgraf var" dedi, kağıdı uzattı.
Yani o şartlarda bir şey başarabildik.
> Bu başarıyı neye yorumluyorsunuz?
> "Bu bir ekip ruhuydu. Ekiple birlikte bir yaşam modeli oluşturmuştuk. O model günümüzdeki prehistorik kazı anlayışının temelini oluşturdu. Bizden daha evvel başlayan Çayönü kazısı vardı ama ekip bunu yapmadı. Kazılara farklı bir anlayış getirdi ama ekip ruhu getirmedi. Bunu biz başarmıştık. Bizim modelimiz, ondan sonra bu alandaki kazıların çekirdeğini oluşturdu. Temellerini ve ilkelerini oluşturdu. Bu beni çok etkiledi. Biz orada bunu başarabildik.
İlk defa bir kerpiç mimari ile, çok zor koşullarda, deneyimsiz bir ekiple, doğru bir işi yapabilmenin getirdiği doyum mu diyelim, özgüven mi diyelim yoksa getirdiği birikim mi diyelim, o her ne ise, bu kitabı yazmama neden oldu.
Açık konuşmam gerekirse biz oraya girdiğimiz zaman hiçbirşey bilmiyorduk. Ne oradaki kültürü biliyorduk, ne höyük kazısının nasıl yapılacağını. 20 tane farklı insan, o zor koşullar altında, sabah öğlen akşam nasıl yaşar öğrendik. Ki o zaman kazılar 5 ay sürüyordu. Şimdiki gibi bir iki ayda bitmiyordu. "
"O güne kadar Doğu Anadolu'da arkeolojik kültür varlığını olduğunu düşünen kimse yoktu".
> Türkiye ve Dünya arkeolojisi açısından önemli bir referans projesi ve kırılma noktası olan Keban Bölgesi Tarihi Eserleri Kurtarma ve Değerlendirme Projesi nasıl hayata geçti, neleri etkiledi, neleri değiştirdi?
"Bir sürü olumlu rastlantının bir araya gelmesi ile başladı.
Keban Barajı Türkiye'nin sembol projelerindendi, Keban baraj gölü alanında gerçekleştirilen arkeolojik kurtarma kazıları da Baraj Arkeolojisinin sembolü haline geldi. Ancak itiraf etmek gerekir ki bu ilk başta, böyle kurgulanmış bir olay değildi.
Keban Projesi, benim öğrencilik yıllarımda gelişen bir proje olarak birden karşımıza çıktı. İlk başta sıradan bir proje gibi geldi bize. Gerçi Halet Çambel hoca bize uzun zamanli bir projeden söz ediyordu ama o zamana dek uzun soluklu proje alışkanlığımız olmadığı için, bize herhangi bir iş gibi. Bize, 'Keban Barajı yapılacak, onun altında kalacak tarihi eserleri kurtarmak için uluslararası bir kampanya yapalım' teklifi gibi geldi. 'Bunda abartılacak ne var, bir yerde tahribat varsa, nasıl olsa herkes kurtarmak istiyordur' gözüyle baktık. Neden sonra, aradan zaman geçtikten sonra Keban'ın çok yönlü olarak ne kadar farklı olduğunu anlayabildik. Ne denli yenilik getirdiğini anlamamız zaman aldı açıkçası. 1968 yılında Keban'a gittiğimizde sıradan bir porjeye girmişiz gibi hissediyorduk. Hiç öyle büyük bir projeye girmişiz gibi gelmedi açıkçası. Zaten Halet Çambel, yaptığı bütün projeleri son derece sıradan, rutin bir iş gibi yapardı. Biz de hep hoca sıradan bir işi yapıyor gibi bakardık
Bazı olumlu rastlantıların üstüste gerçekleşmesiyle kendi içinde gelişen bir süreçti demiştim.
O yıllarda Orta Doğu Teknik Üniversitesi ODTÜ iddialı bir üniversite olarak kuruluyor. Rektörlüğüne Maliye Bakanlığı yapan Kemal Kurdaş getiriliyor. Arkeoloji konusunda duyarlı bir isim olan Kemal Kurdaş'ın hedefi Batı ile rakabet edebilecek bir kurum oluşturmak ve o yıllarda bölgenin en iyi üniversitesi olarak gösterilen Amerikan destekli Beyrut Üniversitesine rakip olabilmek. Bu amaçla büyük yatırım yapılan ODTÜ'de arkeoloji bölümü kurulmuyor ama Mimarlık Fakültesi içinde dünyadaki eğilimlere uygun olarak mimari onarım ve koruma amaçlı resotrasyon bölümü oluşturuluyor. Oraya da kariyerli yabancı hocalar getiriliyor. Rektör Kemal Kurdaş, onlara, "siz eğitim yapmadan önce Anadolu'da gezin, nerede koruma, onarım gerektiren yapılar var, tespit edin, ona göre projeler geliştirin" diyerek vizyoner bir tavır sergiliyor. Bölümün başındaki Cevat Erder Hoca ile birlikte onları Anadolu turuna çıkartıyor. Bu geziye çıkanlar Keban Barajı çalışmalarını duyuyor ve büyük bir arazinin sular altına kalacağını öğreniyorlar. O alanları da geziyorlar. Suların altında kalacak yapıları görünce de Keban Barajı Altına Kalacak Anıt Yapıları Belgeleme Projesini geliştiriyorlar. Bu o bölümün ilk arazi uygulaması ve kazılardan tamamen bağımsız, kendiliğinden gelişen bir proje.
O sırada Halet Çambel (ki Aslantaş Barajı ve Karatepe tecrübeleri ile adını koymadan, daha kurtarma kazısı kavramı oluşmadan, tamamen içinden gelen koruma güdüsü ile dünya çapında kurtarma kazılarının öncülüğünü yapmış bir isim) olaya dahil oluyor. Burada Halet Çambel'e özel bir parantez açmak gerekiyor, çünkü kurtarma alanındaki duyarlılığı ve yaptıkları çağının çok ötesinde bir isim ki Karatepe'de ilk kez yerinde koruma ilkesini gündeme getiriyor. O tarihlerde yerinde koruma diye bir kavram yok, dünya çapında müzelerde koruma uygulanıyor. Toplumla beraber koruma kavramı da onun öncülüğünü yaptığı anlayışlardan. Halkın tarihi eserleri sevmesi ve koruması için onları alanda çalıştırıp, ilgili alanlarda işler buluyor. Daha adı konmadan toplumda farkındalık oluşturma çalışmalarına imza atıyor. Onun olaya müdahil olması da ilginç bir rastlantı.
O yıllarda Halet Hoca, Chicago Üniversitesinden beraber çalıştığı R. J. Braidwood'un bir öğrencisinden Türkiye'de bir projeye dahil olma isteği alıyor. Cevat Erder Hocanın projesinden haberdar olunca da "niye biz de bu alanda bir arkeolojik araştırma projesi yapmayalım" diyor...
Bu noktada şunu belirtmek isterim ki çok kritik bir nokta: O güne kadar Doğu Anadolu'da arkeolojik kültür varlığını olduğunu düşünen kimse yok. İşin acıklı tarafı orası. Anadolu arkeolojisine bakış açısı Mezopotamya Sentrikti. Mezopatamya odaklı bir bakış açısı ile yaklaşılırdı Anadolu'ya. Bu bakış açısında göre uygarlık Mezopatamya'da gelişmişti. Daha sonraları dağlık ve sert iklimine uyarlanabilecek hale geldiğinde Anadolu'ya uygarlık gelmişti. Yani Mezopotamya'daki uygarlıklardan önce Anadolu'da uygarlık olamazdı. Yani Anadolu'da Neolitik olabileceğini düşünmek bir yana varlığı bile reddediliyordu. Mezopatamya odaklı düşünenlere göre Anadolu'nun iklimi o kadar sert ve vahşi ki ancak M.Ö. üç binlerde yani Mezopotamya'da uygarlık yeterinde geliştikten sonra, maden vs. için Anadolu'yı kullanmış olabilirlerdi. Böyle bir önyargı vardı o yıllarda. O yüzden de Keban Baraj alanında arkeolojik önem arzeden eski bir şeyler bulunabileceği beklenmiyordu. Hiç böyle bir beklenti yoktu.
İlginçtir daha önceki seyyahların izlenimleri ve yazılarında da 16. yüzyıl ve sonrasındaki yapılar öne çıkmış, koca koca höyükleri kimse görmemiştir. İşin ilginci yapılan yüzey araştırmalarında fotoğraflara yansıyan höyükler de var ama kimse onlarla uygarlık tarihini bir araya getirememiştir. Samsat, Sultantepe gibi devasa höyüklerle uygarlık tarihi bağlantısını kuran olmaması ilginçtir. Keban bölgesi o yüzden önemsiz görülüyor ama bir iş olsun diye Chicago Üniverstesi ile İstanbul Üniversitesi'nin bir ortak projesi olarak yüzey araştırmasına karar veriyorlar. Çok da büyük bir beklenti yok. Demir çağına ait bir şeyler varsa belgelensin mantığı ile karar alınıyor. O yıllarda Türkiye Bürokrasisi daha rahat. Yüzey araştırması için izin alınması gerekmiyor. Kültür Bakanlığı devreye girmeden araştırma yapılabiliyor. Ancak beklentilerin aksine devasa höyükler ve Çayönü ile aynı malzemeyi veren bir neolitik alanı bulunuyor bu araştırmalar esnasında. Halet Hoca, bulguları duyunca, 'mutlaka kazılmalı' diyerek R. J. Braidwood'u yanına alıp, Kemal Kurdaş'ın kapısını çalıyor.
Kemal Kurdaş, onların projesi ile kendi projelerini birleştirerek alanda kurtarma kazısı yapılmasını istiyor. Halet Hoca'nın çalışma sistemi, yapının sağlam kurulmasına dayalıdır. Bir işin sekteye uğramadan, kimsece engellenmeden sonuca nasıl götürüleceğini hesaplayan, satranç oynar gibi hamleler yaparak işi sonuçlandırmayı bilen bir mantığa sahip. Kemal Kurdaş ile Türkiye'nin koşullarını bilen, bürokrasinin farkında ve işin engellenmeden nasıl genişleştilebileceğini düşünen bir mantıkla hareket ediyor. R. J. Braidwood ise projenin motoru oluyor.
1967 yılında yüzey araştırması yapılıyor. 1967 kışı boyunca Halet Hanım 15 günlük aralıklarla Ankara'ya gidiyor, R. J. Braidwood ve Kemal Kurdaş ile toplantılar yapıyorlar ve bu kadar geniş alanda, çok sayıda kültür varlığının kazılarla nasıl kurtarılabileceğine dair projeler geliştiriyorlar. Başlangıçta bir kaç mimari eser ve höyükle başlayan çalışmalar, Halet Hanım'ın vizyonuyla yazılı, sözlü, çevresel odaklı gelişiyor ve bir yatırım alanında çok yönlü bir projenin esasları geliştiriliyor. Halet Hanım'ın kurguladığı yaklaşımların nasıl genişletilip, gerçekleştirebileceğine kafa yoran Kemal Kurdaş'ın katkıları ile Keban Projesi ortaya çıkıyor. Resmi adıyla; "Keban Bölgesi Tarihi Eserleri Kurtarma ve Değerlendirme Projesi...
"Arkeolojinin o dönem önde gelen ünlü isimleri projeye katılmıyorlardı."
Kimsenin yemlenmemesi için geliştirilen büyük bir proje. Arkeoloji Bölümü olmayan ODTÜ'nün projesi olduğu için hiç bir arkeolog nemalanayadığı gibi İstanbul Üniversitesi kendi arkeoloji bölümüne devletin parasını aktarıyor söylentisinin bile önüne geçiliyor. Projenin Halet Çambel güdümünde olduğu söylentisini engellemek için Kültür Bakanlığı ve Tarih Kurumu üst düzey yöneticilerinin katılımı sağlanıyor. Ve dört başı mamur, sürdürülebilir bir proje modeli çıkıyor ortaya. Proje dünyada bir ilk. Alanındaki projelerin ilk örneği. Engellemeye çalışanlar oluyor.
Projenin yapılandırılmasının her adımı Kemal Kurdaş'ın çözüm sağlamadaki dehası ve uzak görüşlülüğün eseridir. Eski Maliye Bakanı olan Kemal Kurdaş, engellemeye çalışanları bertaraf etmek için bulduğu mali kaynaklarla, projenin topluma kazandırılması için Milliyet Gazetesindeki reklamlarla bağış kampanyası başlatıyor. Toplumda bir heyecan dalgası oluşunca durumu fırsata çevirmek için de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ı ziyaret ederek, onun desteğini alıyor.
Keban Projesi başladığında başka bir sorun ortaya çıkıyor. Projeye katılmak istemeyenler sorun oluyor. 1967 yılında yapılan yüzey araştırmaları sonuçları Ankara'da sergi ile tanıtılmasına rağmen, ortada para ve kazı izni garantisi olmasına rağmen hiç kimse bu alanda bilimsel bir başarı sağlanacağına inanmadığından başvuru olmuyor. Bunun üzerine çalışabilecek isimleri zorlamaya başlıyorlar. İngiliz Arkeoloji Enstitüsü'nü zorluyorlar, Alman Arkeoloji Enstitüsü'nü zorluyorlar, Braidwood Amerika'daki meslekdaşlarını zorluyor. Yurt içindeki tüm arkeoloji, antropoloji ve mimarlık tarihi bölümleri zorlanıyor. Ancak arkeolojinin o dönem önde gelen ünlü isimleri projeye katılmıyorlardı.
Deneyimi olup da gönüllü katılan, "madem görev var, gelip yaparız" diyen sadece iki isim vardı: Kılıç Kökten ve Hamit Zübeyr Koşay... Onların dışında Türkiye'nin ünlü arkeologların hiç biri bu işe yanaşmadı. Orada bir şey bulmazsınız, altın çıkmayacak yerde devletin parasını çar-çur etmeyin diyenler çıktı.
O güne kadar kazı başkanlığı yapmamış , kazı deneyimi olan 3 genç Harald Hauptmann, Ufuk Esin, Ümit Serdaroğlu gibi genç isimler başvuru yapıp, kazı başkanlığı aldılar.
"Keban Barajı Projesi Örneği, dünyada bir model haline geldi. "
Uzun sözün kısası; Keban Projesi hem Türkiye'de böyle bir sağlam proje örneği oluyor hem de getirdiği ilkelerle ilk örnek oluyor. Yatırım alanında belgeme, kazı alanını belgeleme, kurtarma kzaısı ve sürekli yayın modeli getiriyor ki bu dünyadaki ilk örnek oluyor. O sene kazıları hakkında yayın yapmayan ekibe bir sonraki sene kazı izni verilememesi de bu projenin bir ilkesiydi.
Keban Barajı Projesi Örneği, daha sonra dünyadaki pek çok barajda uygulanıyor ve dünyada bir model haline geliyor. Yani her ne kadar ilk büyük Baraj Arkeolojisi kazısı Aswan olsa da o bu ilkelerden hiçbirini uygulamamıştı.
Keban Projesi çok yönlü, her şeyi kapsayan, uluslararası , yayın zorunluğu getiren bir modeldi. Dünyada böyle bir model yoktu"
> Keban Barajı Kazıları, Türkiye'deki arkeoloji bilimine başka neler kazandırdı?
Keban Projesi çerçevesindeki arkeoloji kazılarında ilk kez Doğu anadolu'da hiç beklenmedik kültür varlıkları olduğu, Mezepotamya uygarlıkları ile birlikte o bölgenin aynı anda geliştiği hatta orada farklı modellerin geliştiği ortaya çıkmaya başladı. Ama bilim dünyasının bunu sindirmesi vakit aldı.
Keban Baraj alanındaki yüzey araştırmasına ilk olarak 52 kazı merkezi saptanıyor, daha sonra bu sayı 68'e çıkıyor. Ancak şunu da belirtmek gerekiyor ki o dönemki şartlarda baraj alanının sadece yüzde 60'ı taranabilmiştir. Bu merkezden 19'unda kazı yapılabildi ve sadece biri (Pulur) tamamen kazılabildi. Ancak getirdiği sonuçlar, Anadolu - Mezopotamya ilişkilerine farklı bir bakış açısı geliştirmeyi başarmıştır. Bu tarihi gerçek daha sonraki kazılarla kesin olarak kabul ettirilmiştir ama ilk tetiğin çekildiği yer burasıdır.
Bana göre daha önemli bir değişiklik var. O güne kadar Türkiye'de çok az kazı vardı. Dünya'nın en az kazı yapılan alanlarından biri Türkiye'ydi. Erken Cumhuriyet Dönemi ile birlikte bir canlılık vardır, daha sonra II. Dünya Savaşı ile birlikte Türkiye içine kapanmıştır. 1950'li yıllarda 19 kazıya inilmiştir. Dünyanın en az kazı yapılan yerleri arasına girmiştir. Öte yandan Türkiye'deki her bir kazıda farklı, farklı sonuçlar ortaya çıktı. Çünkü ekipler birbirlerini görmüyorlardı, her öğrenci sadece kendi hocasının kazdığını görüyor ve dğnyanın en iyi kazısı sanıyordu. Oysa 1950'li yıllardan sonra arkeoloji alanında dünyada çok önemli gelişmeler vardı. Arkeolojinin tanımı değişiyor, yöntemleri değişiyor, bakış açısı değişiyor, her şey değişiyor ama bu Türkiye'ye yansımıyordu. Keban'la beraber, yabancı arkeoloji ekipleri arkeolojide dünyada gelişen yöntemleri Türkiye'ye getirmiştir. Türk arkeologlar bu gelişmiş çağdaş yöntemleri kendi kazılarında kullanmıştır. Bütün ekipleri biribirine yakın alanlarında birbirleriyle iletşim kurdular, öğrenciler kendi hocalarının uyguladığı dışında da kazı yöntemleri olduğunu orada gördüler. Hocalar orada kendi yöntemlerşni değiştirmedi ama bir sonraki kuşak, hocalarının yaptığı hataları giderecek yöntemleri tercih etti. Yani Keban Projesi kazıları Türkiye'de arkeoloji kazılarının çağdaşlaşmasını beraberinde getirdi. Bu bence çok önemli. Bir çok kazının aynı alanda sıkışması, iyi niyetli bakmaya çalışanların birbirlerini görmesi, birbirlerini örnek alması, dünyada farklı arkeoloji yöntemleri olduğunu algılaması bence çok kritik sonuçlardan bir tanesi. Diğer kritik bir sonuç, aynı bölgede aynı anda coğrafyacı çalıştı, tarihçi çalıştı, mimari tarihçi çalıştı, kırsal mimarici çalıştı, etnografyacı çalıştı, botanikçi çalıştı. Üst bakışla, genel bakışla bir bölgeye bakıldığı zaman ne görüldüğü ortaya çıktı.
Keban Barajı kazılarına 7 yılda kaç para harcandı sorularına Demirel'in cevabı
Bunun dışında dünyaya ibret olacak şekilde, çağdaş yatırımların bir kader olmadığını, hatta bir fırsata dönebileceğini, göstermiştir. Bir yatırımcı için arkeolojiye harcanan para devede kulaktır ama elde edeceği bilginin değeri paha biçilemezdir. Fırat Projesi yatırımların bilgiye zarar vermeden yapılabileceğini ortaya koymuştur.
"Dünyanın parasını harcıyorsunuz, bulacağınız hayvan pisliği, kemik parçası, çanak çömlek parçasıdır, devletin parasını bunlara harcamak yazık günahtır" diyenler oldu. Keban Barajı 1975'te bitti. Açılış töreni yapılıyordu. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel geldi. Bütün arkeoloji ekipleri çağrılmıştı. Ufuk Esin hoca ile birlikte gitmiştik. DSİ'den biri bütçeyi sordu. "Keban Barajı kazılarına 7 yılda kaç para harcandı" diye sordu. Demirel de "açılış törenine biz daha fazla para harcadık" cevabını verdi. Yani Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük projesine harcanan para, barajın açılış törenine harcanan paradan daha azdı. Herkesin 'dünyanın parasını harcıyoruz' dediği miktar da budur.
İkinci bir şey daha ortaya çıktı. Avrupa'ya gittiğiniz zaman yerleşimlerin düz yerleşim olduğunu görürsünüz. Bir ya da iki tabakalı yerleşimlerdir. Onu bir mevsimde kazabilirsiniz. Bilemediniz iki mevsimde kazabilirsiniz. Ama Türkiye'ye baktığınız zaman durum farklı. Mesela Norşuntepe. Baktığınız zaman 40 metre yükseklikte bir höyük. Çapı 500 metre. O Höyüğü doğru dürüst kazmaya kalksak 20-30 yıl alır. O zaman baraj inşaatı başladıktan sonra değil, baraj proje aşamasındayken kazıların başlaması gerektiği ortada. Bu hâlâ Türkiye'de uygulanamadı. Çünkü para bulunamıyor. Yapılması gereken bu. Biz orada iyi imkanlarla çalıştık, şartları zorlayarak çalıştık ama mesela Tepecik'te kazabildiğimiz sadece köyüğün yüzde 10'udur. Yani bilginin yüzde 10'unu kurtarabiliyoruz. Ki oda şöyle oldu. Normalde barajın bitme tarihi 1973'tü. Zemin etüdü yapılmadığından ve yapım aşamasında altta mağara olduğu keşfedildiğinden, mağara ilk yapılan delme girişiminde kaybolan matkabın burgulu ucu bulunduğundan ki traji-komik olaydır ilk kazıda kaybolan matkap ucu mağarada tesadüfen bulunmuştu, 3 sene Doğu Anadolu'daki tüm çimento fabrikalarının o mağarayı doldurmak için çimento taşımasından dolayı kazılar 3 yıl fazla sürdü. Biz o sayede daha fazla çalıştık ama bu kadarını kurtarabildik.
"Çağdaş adam bir yeri tahrip ediyorsa, arkeologlar oraya bulaşmamıştır"
Olayın önemini kavramak için, olaylara tek tek değil, sürece toptan bakmak lazım.
Dünyada arkeolojinin başlangıcı Türkiye'den çok eski. Zaman ölçekli bir kültür bilinci Avrupa'da 17. yüzyılda başlıyor ve bize çok daha sonra geliyor. 1900'lü yılların başına gelindiğinde dünyada kazıların sayısı artmış, bir çok yerde kazı yapıl var. Yani toprak altında kalmış geçmişin belgelendirilmesi bilinci dünyada var. Fakat başka açıdan baktığımız zaman; Avrupa'da gelişen bu bilinç, çağın gereği olan yapılan yatırımlarla parelel şekilde bir araya gelmemiş. İlginç bir şekilde; Arkeolojiye en ağırlık veren, bu disiplini en iyi şekilde kurumsallaştırmış ülkelerde bile, çağdaş adam bir yeri tahrip ediyorsa, arkeologlar oraya bulaşmamıştır. Misal Almanya'da ve Fransa'da çok sayıda baraj yapılmış, akarsuların yatağı değiştirilmiş, bir çok faaliyet yapılmış ama tesadüfen kurtulanlar hariç yani orada yaşayan insanların inisiyatifi ile toplananlar dışında sistematik, kurumsal şekilde bir kurtarma kavramı söz konusu edilmemiş. Çok ilginç şekilde, öyle bir kavram gelişmemiş. Kent gelişiyorsa kent gelişmiş, arkeologlar ayrı bir çizgide kalmış, tahribat ayrı bir çizgide kalmış. Benim bulabildiğim kadarıyla ...
"Dünya'yı müze yapıp başka bir gezegene taşınmamız gerekir"
Olaya şu açıdan da bakmakta lazım; her çağın bir gereği vardır, her çağın yaşama gerekleri ayrıdır. Bugün elektriksiz yaşayamazsınız. Elektrik için ne lazım ya baraj lazım, ya termik ya nükleer santral lazım. Keban'dan sonra gelişen ve bugün dünya çapında oturan kavram şu; "Çağın gerekleri yapılırken geçmişte yapılanlar yok edilmek zorunda kalınıyorsa dahi en azından belgelenerek yok edilmesi gerekir. Yani bilginin kaybolmaması, geçmişin arşivsel olarak belgelenmesi, kurtarılabiliyorsa kurtarılması ama mümkün değilse bile en azından bilginin kaybedilmemesi gerekir" Bugün gelinen nokta bu. Her dönemin şartları vardır. Günümüz günümüz gibi yaşanmalı. Ama günümüzü günümüz gibi yaşarken geçmişten kalan izlerin hepsini koruyalım derseniz bu mümkün değil. O zaman Dünya'yı müze yapıp başka bir gezegene taşınmamız gerekir. Burada öe-önemli olan geçmişin belgelenerek korunmasıdır. Çünkü geçmiş bir arşividir ve uygarlığın belleğidir. Bunun belgelenmesi, en azından öğrenilmesi lazım. Ne, Nasıl, nerede korunacak, hangisi gelecek kuşaklara somut olarak aktarılacak, hangisi bilgi olarak aktarılacak bu ayrı bir programlama meselesi. Önemli olan bilginin kaybolmamasıdır. Tabi bu, bugünkü görüşümüz. Keban yıllarına yani 1968'lere geldiğimizde, dünyada bu kavram pek oturmamıştı , hatta hiç oturmamıştı! Ama dünyada arkeolojiye olan merakın artması, arkeolojiyle ilgili kurumların artmasıyla giderek bu konularda bazı rahatsızlıklar, bazı kaygılar oluşmaya başlamıştı.
Baraj arkeolojisi kavramı nasıl oluştu?
Benim bildiğim kadarıyla dünya üzerinde büyük bir yatırımla, ilk kurtarma kavramının bir araya gelişi Amerika'da 1880'li yıllarda Mississippi üzerinde yapılan ilk baraj sırasındadır. Bu tamamen oradaki yerel sivil inisiyatiflerin çabasıyla oluyor. Yani akademik kurumlar, kültür otoriteleri değil, oranın kültür tarihi ile ilgili sivil inisiyatif, baraj yapılacak alanlarda tarama yapıyor, kazılar gerçekleştiriyolar. Bu kazılarda çıkan eserler büyük yankı uyandırdığı için daha sonra yapılan barajlarda da bu uygulama devam ediyor. Bu uygulama ilk kez "Baraj arkeolojisi" dediğimiz yeniliği getiriyor. Baraj yapılmazdan evvel alanı belgelenmesi, kurtarılabilecek bilginin kurtarılabilmesi, suların altında kaybolmaması. İkinci barajdan sonra çok akıllıca bir yenilik daha getiriyorlar. "Biz bu barajların altını ne kadar tararsak tarayalım, her şeyi kurtaramayız. Toprağın altında kalanlar, dalga etkisiyle zamanla açığa çıkar" diyorlar ve "sürekli izleme" kavramını gündeme getiriyorlar. Yani oradaki gönüllü kuruluşlar, baraj alanının etrafında sürekli dolaşarak, dalgalarla gelen tarihi malzemeleri gözlemliyorlar, nereden geldiğini araştırarak, belgeleme yapmaya gayret ediyorlar. Ama bu sadece Mississippi barajlarında uygulanıyor. O arada Mısır'da Aswan Barajı gündeme geliyor. Hem taşkınların kontrolü hem elektrik üretimi için büyük bir baraj projesi bu. Ama Mısır'da herkesin gözünün önünde olan dev anıtsal yapılar var. Bunlar dünyanın diğer alanlarındaki gibi höyüklerde yahut gözle görülmeyen düz alanlarda değil, devasa anıt yapıların olduğu bir yer orası. O zaman bu anıtları kurtarabilir miyiz konusu gündeme geliyor ve ilk kez Aswan için Birleşmiş Milletler'in önerisiyle, Mısır Hükümeti'nin desteğiyle bir konsilyum kuruluyor, tarihi eserlerin kurtarılmasına yönelik uluslararası bir çaba meydana geliyor. Bu kurtarma kavramıyla Anıt Yapılara yönelik uluslararası ilk çabadır ama Aswan'la yani Mısır'la beraber giden bir kavram gibi oluyor. O sırada dünyanın hemen her yerinde, Türkiye'de de barajlar var. Doğru dürüst bir kurtarma kazısı yok gibi. Bir kaç örnek var ama bunlar sistemli birer kurtarma kazısı değil. Keban Türkiye'de yapılan ilk büyük baraj. Dünyanın en büyük barajlarından biri, dünyada 10. büyük baraj. Bu nedenle devletin bir tanıtım propaganda aracı gibi görülüyor. Yani herhangi bir hidroelektirk sanrali gibi değil, Türkiye'nin sembolü olarak görülüyor. O yüzden de biraz hızlı gelişen bir projedir. Zemin etüdü bile yapılmamıştır. Sonra da bundan dolayı sıkıntılar çıkmıştır. Bu ayrı bir konu.