"Antikçağ kültürü eril, cinsiyetçi ve şiddet dolu bir ideoloji çerçevesinde inşa edilmişti. Bugüne kadar kalmayı başaran arkeolojik verilerin çoğunun bu ideolojinin taşıyıcıları olduğunu görmek mümkün. Ancak arkeoloji, görünenden hareketle görünmeyenlerin izini sürmeye olanak veren bir bilim" diyor arkeolog İsmail Gezgin, Ötekilerin Arkeolojisi, Uygarlığın Görmediği İnsanların Öyküsü kitabı ile ilgili soruları yanıtlarken...
Arkeolog ve yazar İsmail Gezgin, kısa bir süre önce Pinhan Yayıncılık tarafından basılan Ötekilerin Arkeolojisi, Uygarlığın Görmediği İnsanların Öyküsü kitabıyla ilgili Gazeteduvar.com.tr'den Kavel Alpaslan'ın sorularını yanıtladı:
> Aslında kitabınızın başında yer verdiğiniz Brecht’in ‘Okumuş Bir İşçi Soruyor’ şiiri, sizin de çalışmanızın sorduğu soruları özetleyici bir nitelikte. Tarihe baktığımızda çoğu zaman toplumun ayrıcalıklı bir kesiminin hikayesini, yine ayrıcalıklı bir kesimin kaleminden işitiyoruz. Antik kentlerin görkemli taş yapılarıyla büyüleniyoruz, belki bu taşı kim yontmuş diye aklımıza sorular geliyor ancak bugüne kadar dayanmayan ahşap kulübelerin içerisinde kim var imiş diye fazla düşünmüyoruz. Bir okuyucu olarak bende uyandırdığı izlenim böyle oldu, siz eserinizde cevap aradığınız soruları nasıl tanımlarsınız?
> Son yıllarda giderek artan ve ‘kaza’ olarak kayda geçen ve çoğu zaman haber dahi olmayan işçi cinayetleri tüm soruların kaynağıdır. Uygarlık ve gelişmişlik göstergesi olan dev havaalanları, köprüler, alışveriş merkezlerinin inşaatlarında ölümüne çalıştırılan işçilerin karşısında, yapılan işten gurur payı çıkaran sermaye, propagandasını yaparak güçlenen siyasal iktidar ve bir avuç ayrıcalıklı sınıf üyesi, gelinen noktada bu sınıfsal cinayet sisteminin nasıl işlediğinin göstergeleridir. ‘Ötekilerin Arkeolojisi’ tüm bunların bugünün meselesi olmadığını, dünden bize kalan yapısal bir miras olduğunu açığa vurmayı hedefliyor. Bu sömürünün içselleştirilmiş olması bunun ne denli köklü olduğunun işaretidir. Bu yüzden bugünün inşa edildiği, kurgulandığı, yasal ve toplumsal kabul görerek işlerliğinin sağlandığı düne bakmadan sorunu göremeyiz. Temel motivasyonunu emek sömürüsüne ve sınıf çatışmasına dayandırmış tarımsal kültürden köklenen iktidar mefhumu bu dengesizliğin zeminini oluşturur. Binlerce insanın, hayvanın emeğini görünmez kılarak yükselen piramitler, tapınaklar, saraylar bakanın gözünü büyüleyerek ayrıcalıklı sınıfın iktidarını yüceltir. Firavunların mezarı piramitler ilginin odağı olurken, yapımları için kurulmuş köyler, orada doğmuş ve yaşamını piramidin inşası ideali dışında hiçbir fikri olmadan harcamış insanların mezarları görünmez kılınır. Tüm uygarlık tarihi boyunca yaşamın her anında yoksullaştırılmış insanların yaşamları, evleri, sofraları bu körlük dünyasında kaybedilmişken varsılların evleri, işleri, sofraları, zenginliği gözün ve bakışın ilgi alanını oluşturmuştur. Bu kitabın soruları bu temel etrafında yoğunlaşıyor ve meselenin kökenine işaret ediyor.
> Tüm bu sorulara yanıtlar ararken şüphesiz bize sunulan verilerin önemli bir bölümünün ‘ayrıcalıklı kesimlerin kalemleri’ tarafından aktarıldığını görüyoruz. Özellikle antik dönemden bugüne kalan metinler, büyük bir çoğunlukla muktedirlerin ya da ayrıcalıklı bir sınıfın bakış açısıyla kaleme alınan metinler. Dolayısıyla ötekilerin izini sürmek istediğimizde ister istemez bu bakış açısından sızanlara başvurmak gerekiyor gibi görünüyor. Bu dolaylı aktarım hakkında neler söylemek istersiniz? Uygarlığın görmediği insanları görmenin daha dolaysız yöntemleri de var mı sizce? Arkeoloji bize yöntemsel olarak nasıl bir imkan sunabilir?
> Tarihçiler arasında sıkça dile getirilen bir klişe var: “Belgesiz konuşmam.” Belgeleri kimin kim için ürettiği, hangi koşullar ve amaçlar için üretildiği gibi sorular göz ardı edilince, pozitivist bilimsel yaklaşımda belge hakikatin göstergesi olarak kabul edilir. Oysa ki kitapta da kısaca özetlediğim gibi okul anlamına gelen ‘skhole’ kelimesi, ‘kendini geliştirmek için boş zaman’ anlamına gelir. Buradan da anlaşılacağı gibi eğitim, okuma-yazma, boş zamanı olan ayrıcalıklı sınıf için uygun görülmüştü. Okuma-yazmanın küçük ve imtiyazlı bir sınıfın alanı olduğu düşünülünce üretilen yazılı belgelerin ideolojisi de ortaya çıkmış olur. Örneğin bütün yazarların erkek olduğu antikçağ yazı dünyasında kadına dair aktarılan her türlü anlatının erkeğin dilinden, zihninden süzülen ataerkil tasvirler olduğunu fark etmeliyiz. Tarihçi Herodotos’un Tarih kitabında binlerce asker, rahip, komutan, kraldan söz edilirken sadece birkaç kadın isminin geçmesi durumun özeti. Sanki kadınsız bir dünyanın tasviri. Kadın her şeyden önce dilde yok ediliyor. Çünkü her tarihçi, yazar çağının, kültürünün tanıklığını yapar, bu yüzden fallik kültür zihinlerde de kodlanmıştır. Antikçağ kültürü eril, cinsiyetçi ve şiddet dolu bir ideoloji çerçevesinde inşa edilmişti. Bugüne kadar kalmayı başaran arkeolojik verilerin çoğunun bu ideolojinin taşıyıcıları olduğunu görmek mümkün. Ancak arkeoloji, görünenden hareketle görünmeyenlerin izini sürmeye olanak veren bir bilim. İster görünür ister görünmez olsun yaşama dahil olmuş herkesin izini görmek mümkündür. Ağaca saplanmış bir ok ucu avcının ve dolayısıyla avın nerede olduğunu ve daha bir sürü şeyi gösterir. Yazılı belgelere uygulanabilecek bir eleştirel söylem çözümlemesi, satır aralarına gizlenmiş bireyleri görünür kılacaktır. Gözümüzü şölenlerin sofrasından ve masadakilerden ayırmayı başarırsak, mutfaktakileri, hizmetkârları, sofraya gelen her besinin ve gerecin ardındaki emek sahiplerini görebiliriz. Benzer bakışla antik kentlerin mermer fallik yapılarının azameti altına saklanmış insanları görmek de mümkündür. Büyük İskender’in genç yaşta elde ettiği zaferlerden büyülenmeyi bırakırsak, onun ve ardıllarının onlarca yıl boyunca Akdeniz dünyasını kana buladıkları, yüzbinlerce insanı katledip korku imparatorluğuna dönüştükleri açığa çıkacaktır. Arkeolojik veriler göründüklerinden ve gösterdiklerinden öte anlam ve derinlik barındırırlar, bütün mesele bunları görebilecek bir ideolojiye sahip olmaktır.
> Meseleyi sadece geçmişin kalemleriyle de sıkıştırmamak lazım. Başta da kısaca değindiğiniz üzere güncel ‘ilgi ve alakanın’ da geçmişin ayrıcalıklı sınıf kalemleriyle aynı yönde toplandığı görüyoruz. Örnek vermek gerekirse Anabasis’i ele alalım. Modern dünyada Anabasis’e verilen önem, askeri, coğrafi ya da etnografya gibi alanlarda toplanıyor. Sahiden de öyle, Xenophon’un bu kitabı, söz konusu alanlara dair pek çok değerli bilgi sunuyor. Ancak, kitabı okuduğumuzda görüyoruz ki bize verdiği belki en önemli bilgi, o günün toplumsal yapısını, emek sömürüsünü ve köleliği çarpıcı bir şekilde sunuyor oluşu. Kitabın kayda değer bir bölümü köy yakma, yağmalama, tecavüz, talan, kölelik sahneleriyle dolu. Ancak günümüzün burjuva-liberal dünyası bu kısımları eserin bir ‘detayı’ olarak değerlendiriyor. Bilimsel olarak Xenophon’un yazdığı fasılların hangisi asli, hangisi talidir bilmiyorum ama geçmişin sınıfsal ilişkilerini, emek sermaye çelişkisini aktaran sözler, sadece Anabasis’te değil, hiçbir eserde yeterince irdelenmiyor gibi. Sizce geçmişe bakışta asıl çarpıklık, eskinin kalemlerinde mi, yoksa onu okuyan bugünün gözlerinde mi?
> Arkeolojinin bilimsel bir düşünüş olarak ortaya çıkmasında ‘orta ve üst sınıf’ın ihtiyaçları, soruları ve arayışları belirleyici olmuştur. Ortaçağın karanlığından kurtulmak için başlayan antik Yunan ve Roma kültürlerine öykünme ilerleyen zamanlarda inanç ve etnik kimlik gibi üstyapıya özgü zırhlara bürünerek arkeolojik yaklaşıma yön vermişti. Özellikle 19.yy’da bir yandan biblical archaeology (İncil arkeolojisi) diğer yandan ‘ari ırk’ ve ‘uygarlık’ sorunları içinde arkeolojinin geçmişe yaklaşımını belirleyen unsurlar olmuştu. Bu arkeoloji ideolojisi neredeyse 1970’lere kadar arkeologların bakışını etnik kimliklere ve eserlerin estetiğine yönlendirmiş, her arkeolojik eserde ve yazılı belgede bu soruların yanıtları aranmıştı. Bu yüzden detaylardaki sınıf çatışması, cinsiyetçilik, emek sömürüsü, ırkçılık, şiddet görmezden gelinmiş, göz ardı edilmişti. Eserlerin üretildiği dönemin yazarları ve sanatçıları gibi günümüz arkeologları, düşünürleri ve yazarları da bu körlükten üzerlerine düşeni almışlardı. Her arkeolojik çalışmadan fallik bir zafer, bir anıt ve bir iktidar devşirmeye çalışarak antikçağın ideolojisini üstlenerek günümüzde de devam ettirmişlerdi. Sizin verdiğiniz Xenophon örneğinde de yazar okuyucunun dikkatini MÖ 404 yılında Pers krallığı üzerine yürüyen ve savaşı kaybettikten sonra geriye dönen on binlerce askerin üzerine çevirmişti. Xenophon Anadolu’yu boydan boya şiddet uygulayarak ve korku salarak geçen ordunun komuta kademesinin başarısı veya başarısızlığına dikkatimizi çekmişti. Bu metnin modern yorumcuları da -belki uygarlık paradigmasının hiç değişmemiş olması nedeniyle- bu güzergahı takip etmişlerdir. Sizin de söylediğiniz gibi birkaç istisna hariç hiçbir araştırmacı bu ‘askeri başarı’ öyküsünün aslında açıkça aktardığı eril şiddet sarmalını görmemiş. Bu yüzden uygarlığın muktedirlerinin ve ayrıcalıklı sınıflarının ihtiyaçlarıyla yönlendirilen arkeolojik ideolojinin sadece gözlerde körlük yaratmadığı aynı zamanda zihinleri de işgal ettiği ve üzeri örtülen kara delikler yarattığı söylenebilir. Antikçağlardan günümüze gelen bir iktidar kültürüdür, bu yapı kendisini yüceltecek yazarlara, sanatçılara ihtiyaç duyar, onlara küçük iktidarlar vererek gücü yüceltmelerini sağlar. Böylece iktidarın mağdurlara uyguladığı şiddet ne o zaman ne de bugün dile getirilmiştir. Çünkü hâkim ideoloji hem geçmişin yazarlarına hem de bugünün tarihçilerine arkeologlarına, neye dikkat etmeleri, neyi gündeme getirmeleri gerektiğini de söyler, soruları önceden verir, yanıtları nerede ve nasıl arayacaklarına dair yolları tarifler. Foucault’nun betimlediği iktidar dünyasının öznelik makamları ihtiyaç duyulan motivasyon için yeterlidir, bilgi ve iktidar ilişkisi bu yolla tesis edilir. Bu noktada okuyucuların ve geçmişte neler olduğunu öğrenmek isteği duyanların da aynı bilişsel işgal altında olduklarını söylemek lazım. Bu yüzden onlar da şiddete uğrayanların, taciz-tecavüz mağdurlarının, kölelerin öykülerini dinlemek istemez. Sınıfsal çatışma sınıf bilincini de hedef aldığı için muktedirin başarılar ve zaferlerle dolu şaşalı öyküsü herkes için cazip hale gelir. Çünkü anlatılan kendi trajedisidir ve bundan kurtulmanın yolu zafer kazananların yanında, yolunda saf tutmaktır.
> Belki kimileri ilk bakışta bir yanılsamaya kapılıp Ötekilerin Arkeolojisi kitabını ‘sadece geçmişe dair’ bir çalışma olarak değerlendirecektir. Ancak sizin de belirttiğiniz üzere ‘ötekilerin’ hikayeleri aslında bugüne dair bir hikayeyi aktarıyor. Örneğin çalışmakla mükellef sınıfın yaşadığı çekilmez hayata bir tanrısal kılıf bulma ihtiyacı, kadınlara ataerkil toplum yapısında biçilen roller ve tüm bunlar çok yakından tanıdığımız bir anlatı. Üstelik karşımıza çıkan kadercilik, sadece dini bir anlatı da sayılmaz. Bazen emek-sermaye çelişkisi burjuva-liberal bir kadercilikle de aklanma çalışılıyor. Hal böyle olunca, kitabınızda da gördüğümüz bu binlerce yıllık ortaklık nereden kaynaklanıyor dersiniz? Çalışmanız sırasında dün ve bugün arasında sizi şaşırtan, dikkatinizi çeken ne gibi köprülere rastladınız?
> Ötekilerin Arkeolojisi’nin yazım sürecinde beni en çok şaşırtan şeylerden biri toplumsal sınıf olgusunun tanrısal bir kader olduğuna dair anlatılardı. Çok tanrılı antikçağ inançlarındaki tanrıların eşitsizliği ve aralarındaki hiyerarşi, altyapı-üstyapı ilişkisini gözler önüne seriyor. Ancak apokrif semavi metinlerinde yer alan bazı anekdotların işi biraz daha değişmez kaderci bir yapıya götürerek tanrısal yazgıya çevirmesi çok çarpıcıydı. Cennetten kovulduktan sonra Âdem ve Havva’nın çocuklarının bir kısmına tanrının ‘muktedir kaderi’ yazgılarken diğerlerine ‘emekçi’ bir ömür biçmesi, olası sınıf kinine dair bir kutsal önlem niteliğindedir. Buna göre, hangi sınıfın içinde olduğun tanrısal bir yazgıydı, dolayısıyla katlanmak bir ibadetti. Bu anlatı giderek üretim ve tüketim ilişkilerinde de içselleştirilince sosyo-ekonomik bir boyut kazanarak, minik bir azınlığa büyük ayrıcalıklar bahşetti. Tüm insanların emeklerini çalarak büyük servet biriktirenlerin hırsızlıkları skandal olarak kabul görürken yoksullaştırılmış insanlara ‘dürüst, onurlu ve ahlaklı olmak’ gibi etik sorumluluklar yüklenmişti. Krallara saraylar layık görülürken gecekonduda yaşayanların hesabına ‘kahramanca şehit olmak’ yazılıyor. Teselli olarak da ölümle birlikte zenginlerin zenginliklerinden yargılanacakları anlatılıyor, yoksulluk yüceltiliyor ve yoksullar teskin ediliyor.
Aynı anlatıda bu sınıfsal kaderin müsebbibi olarak Havva’nın gösterilmesi de bugünle bağını kurmak açısından önemlidir. Havva günahkâr olmanın yanı sıra sınıfsal sömürünün de nedeni olarak görülüyordu. Bu cinsiyetçi tutum, kadınları neredeyse tüm zamanlarda homo sacere dönüştürmüştü. Atinalı yönetici Perikles bir cenaze töreninde kadınlar için en makbul olan şeyin, iyi bir vesileyle dahi olsa adlarından söz ettirmemeleri olduğunu belirtmişti. Kadınların kahkaha atmalarına izin vermeyen, kıyafetlerini, oturma biçimlerini şiddete bahane gösteren günümüz bağnaz dünyasında da değişen bir şey yok.
İki binyıl önce yaşamış Amasyalı coğrafyacı Strabon, çalışmaya mahkûm edilen işçilerin çok erken ölümleri nedeniyle sürekli açık tutulamayan antikçağ maden ocaklarına dikkatimizi çeker. Aradan geçen onca zamana rağmen bugün Zonguldak’ta, Soma’da yerin yüzlerce metre altındaki maden ocaklarında öldürülen işçiler, Afşin’de yıllardır, İliç’te haftalardır bedenleri toprak altında bırakılan madenciler aynı düzenin içinde olduğumuzun açık kanıtlarıdır.
Ötekilerin Arkeolojisi’nde antik Yunan dünyasında erkek çocuklarının cinsel istismarının kültürün bir parçası haline geldiğini ve özellikle de entelektüel dünyada çok yaygın olduğunu anlatan bölüm de günümüzle bağı açısından önemlidir. Anadolu’nun farklı şehirlerinden neredeyse her gün sistematik erkek çocuğu istismar haberleri duyuyoruz. Eril iktidarın yüceltildiği bu feodal kültürel yapı, erk sahibi erkekleri merkeze koyarak diğerlerini edilginleştirmiştir. Bu bugünün ya da dünün meselesi değil, son on bin yılın uygarlığının kültürel çıktılarıdır. Bu yüzden geçmişle günümüz arasında bağ kurmak için bir köprüye ihtiyaç yok, çünkü hiç kesinti, hiç farklılaşma olmamış. Aynı anlam ve uygarlık iklimi içinde, aynı coğrafyada ama farklı zamanlarda yaşıyoruz.