Arkeolog Jean-Paul Demoule, 'gerçeklik daima tahayyül edebildiğimizden karmaşıktır' diyor ve ana tanrıçadan hareketle, bir zamanlar kadınlar hakimiyeti olduğunu iddia edenleri hayalcilikle nitelendiriyor.
Luc Le Chatelier’nin arkeolog Jean-Paul Demoule ile yaptığı söyleşi 9 Haziran 2017’de Télérama’da yayınlandı ve medyascope.tv sitesi için Haldun Bayrı tarafından çevrildi.
***
Kısa süre önce Fas’ta toprak altından çıkarılan fosillerin de bize hatırlattığı gibi, arkeoloji mevzuunda keşiflerimiz bitmiş değil. Uzman Jean-Paul Demoule ile bu proto-tarih üzerine bir ufuk turu yaptık. Yontma Taş Çağı’nın heykel ve resimleri bir cinsellik ve ölüm saplantısını ele verir, diye vurguluyor.
16-18 Haziran arasında, Fransa’nın her bir tarafında 650 yerde halka açık olarak düzenlenen Ulusal Arkeoloji Günleri, bâriz bir gerçeği hatırlatacak: Kazarsanız, bulursunuz! 2001’den beri sistemli biçimde sürdürülen koruyucu kazılar, binlerce sit alanını gün ışığına çıkarma olanağı sağladı —bir hızlı tren hattı üzerinde her kilometrede en az bir sit alanı! Buralarda bulunan eşyalar ve bedenler mutlu günleri, faciaları, alışverişleri, kıtlıklarıyla insanlığın tarihini anlatıyorlar. Paris Üniversitesi’nde profesör olan Jean-Paul Demoule’un “Figürün Doğuşu”nda (Naissance de la figure) tahlil ettiği gibi.
> Sanatın ilk ürünlerinde çıplak kadınların ve tehlikeli hayvanların bulunduğunu vurguluyorsunuz…
> Seks ve ölüm de diyebiliriz buna! Chauvet bunun örneğidir. Mîlâdî çağdan 32 bin yıl önce resimlenmiş olan bu mağarada, gerçekçi ve amansız hayvanlar görürüz: ayılar, gergedanlar, arslanlar, bizonlar –gerçek tehlikeler– ve bir kadın. Daha doğrusu: Bir kaya çıkıntısına çizilmiş şekilde, sadece cinsel organının temsili. Bu saplantı yeni değildir. Bilinen ilk “sanat” belirtisi Almanya’da bulunmuştur: Avrupa’da homo sapiens varlığının başlangıcında, 36 bin yıllık “Hohle Fels Venüsü”, 6 cm. yüksekliğinde bir fildişi heykelciktir; devâsâ göğüsleri vardır ve cinsel organı apaçıktır, fakat başı yoktur, omzunda muhtemelen pandantif olarak kullanılan ufak bir halka görülmektedir. Türünün en eskisi de olsa, tek örneği değildir: 25 bin yıl öncesi dönemden (gravettienne) Périgord (Fransa) ile Ukrayna arasındaki alanda keşfedilen 250 civarında kadın heykelinin sadece üçünün yüzü vardır ve hepsi sırf cinsel örnekler teşkil etmektedir.
>Burada doğurganlığın bir temsilini göremez miyiz?
> Bize uzun zaman bu masalı anlattılar… İnsan –Bonobolar’la beraber– cinselliği doğurganlık dönemleriyle sınırlı olmayan tek memelidir; kulağa hoş geliyor olabilir, ama sürekli toplumsal gerilim riskleri içerir bu. Bilinen ilk anlatı olan İlyada, Helen’in yakışıklı Pâris tarafından kaçırılmasıyla başlar; daha sonra, Aiskhylos ve Agamemnon diğer güzel esire Briseis yüzünden bozuşurlar. 5000 yıllık Sümer epik anlatısı Gılgamış Destanı’nda, tutkusal şiddetin de rolü vardır. Yontma Taş Çağı’nda da bu tipte erkek rekabetlerinin olmaması için bir sebep yoktur.
> Halbuki “ana tanrıçalar”dan ve anaerkil toplumlardan bahsedenler de var.
> 19. yüzyılda, çok namusluluk taslayan Batı dünyasında, bazı tarihçiler kadınlar tarafından idare edilen topluluk düşleri kurdular… Bu tür kuruntuları çok sayıda kültürde buluyoruz; Papualılar’da bile, kökende kadınların iktidarda olduğunu anlatan bir efsane vardır; fakat bunu çok kötü kullandıkları için erkekler onların elinden iktidarlarını almak zorunda kalmışlar. Mitosların ve dinlerin çoğunda kötülük kadından gelmez mi? Havva ve elma; Pandora ile kutusu… Tehlikelilikleri ve buyurgan cinselliklerinin denetlenmesi lüzumu her yerde îmâ edilir.
> Bütün bunlarda erkek nerede?
> Yontma Taş Çağı’nda, var mı yok mu belli değildir. Temsil edildiği zaman, basit duvar çizimleri, ya da Lascaux’da (-17 000 yıl) cinsel organı kalkmış ufak bir adamın üzerine tüm hışmıyla giden yaralı bir bizonun görüldüğü kuyu sahnesindeki gibi, iplikbiçimli ufak kişiler şeklindedir. Yoksa, binlerce yıl boyunca neredeyse sadece kadınlar ve hayvanlar görülür; daha örgütlü toplumlar ortaya çıktığında –Mezopotamya’da, Mısır’da– erkekler çıplak değil, silahlı temsil edilir! Hâlâ da böyle… Kuzey Kore’ye gitmeye gerek yok. Bizzat burada, meydanlarda, büyük adamlarımız ya da 1. Dünya Savaşı’nın değerli gazileri bizi üniformalarıyla süzerler; kadınlar ise, yarı-çıplak, peri ya da sütun taşıyıcısı heykel rolü yaparlar veya reklamlarda yardımcı rol oynarlar; ki bu da toplumda egemen bir konumun belirtisi değildir…
> Bu uzun geçmişi anlamak için, belki bazı zaman dönemeçlerini hatırlatmak gerek.
> Çad’da bulunan insanın en eski atası Toumai’nin 7 milyon yıllık olduğu söylenir. Daha sonra, 5 milyon ila 2,5 milyon yıl arasında yaşayan Australopitekus –Lucy– gelir. Ama aslında az şey biliyoruz: insanlığın ilk milyonlarca yılından kalanların tamamı bir bavula sığardı… -1,8 milyon yıla doğru Homo’dan söz edilmeye başlanır, zira aletleri vardır. Ama iki yıldır, Australopetikus’ların da aletleri olduğunu biliyoruz (ayrıca, şempanzelerin bile!). Ama bütün bunların imgeleri yoktur; Güney Afrika’daki bir vaka dışında: 3 milyon yıl önce, içinde Australopiteklerin yaşadığı Makapansgat Mağarası’nda, bütünüyle doğal olan ve bir yüzdeki gözleri ve ağzı gösteren üç delikli bir taş bulunmuştur; bu taş başka yerden gelmedir. Dolayısıyla biri onu kasıtlı olarak getirmiştir.
> Güzellik duygusunun belirmesi mi bu?
> Neden olmasın? Taş aletlerde görürüz bunu. Başlangıçta, keskin bir ağız elde etmek için sadece kırılmış çakmaktaşlarıdır bunlar; daha sonra, bizden bir milyon yıl önce Homo Erectus’lar düzgün aletler yapmaya başlar –çiftyüzlüler (bifaces) diye adlandırılır bunlar–; üzerlerinde gereğinden çok daha fazla çalışılmıştır. Bu simetri, nesnenin gördüğü işi artırmaz, sadece “güzel”dir. Design’ın/Tasarımın icadıdır bu.
> Bir milyon yıl! Çok uzak bu bize…
> Rakamlarla sorun budur. Okullarda konuşma yapmaya gittiğim zaman, bir imge kullanıyorum: Duvarın uzunluğunu insanlık tarihi olarak gözünüzün önüne getirin: Sapiens son santimetredir; tarımın icadı son 2 milimetredir; Sanayi Devrimi ise görülmez bile.
> Şu son santimetrede ve Sapiens’in gelişinde kalalım; zannettiğimizden eskiymiş…
> Şimdiye kadar, Sapiens’in 200 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıktığı düşünülüyordu. Oysa kısa süre önce Fas’ta, 100 bin yıl daha eski olduğu düşünülen beş Sapiens kalıntısı bulundu!
Bu keşif, arkeolojinin üç dersini hatırlatıyor bize:
1) zamanda eskiye çıkıldıkça, daha az biliriz;
2) kazdığımız zaman (ve Afrika hâlâ büyük bir meçhuldür) buluruz;
3) gerçeklik daima tahayyül edebildiğimizden karmaşıktır.
Senaryonun devamı yazılmayı bekliyor: Özellikle şayet Cebelitarık’tan geçebilmiş olduğu kanıtlanırsa; Sapiens 100 bin yıl önce Yakındoğu’da, 50 bin yıl önce Avustralya’da, 36 bin yıl önce bizim bölgemizde bulunmaktadır. Şeyleri temsil etmeye ancak o zaman başlamıştır. Bundan 32 bin yıl önce, Chauvet’de, sonra da –15 bin yıl sonra!– Lascaux’da, Niaux’da, Altamira’da… Ama asıl ekonomik ve toplumsal devrim, dolayısıyla da sanatsal ve kültürel devrim, Cilâlı Taş Çağı’yla, 10 bin yıl önce Yakındoğu’daki Bereketli Hilâl’de olur.
> Sapiens, binlerce yıldır bunu yapacak yeteneği varken, neden tarımı o anda keşfetti?
> İlk kez hava güzeldi! O zaman yeryüzü bir arabuzul dönemine girer –hâlâ bu dönemdeyiz–, şartlar daha elverişli hale gelir. Önceki arabuzul dönemi -130 000 ile -115 000 yılları arasında vuku bulmuştur; yani insan tarihinin biraz erken bir döneminde. 15 bin yıl sürmüştür. Bizim içinde bulunduğumuz arabuzul dönemi ise 10 bin yıldır sürmektedir.
> Tarım neyi değiştiriyor?
> Avcı-toplayıcıların üç yılda bir çocukları oluyordu; tarımla uğraşan ve daha iyi beslenen kadınlar ise ortalama yılda bir çocuk sahibi oluyorlardı ve mîlâdî çağımızın 20. yüzyıl başına kadar böyleydi bu. Yer olduğu müddetçe her şey yolunda gider: Ufak topluluklar azar azar Avrasya’ya yayılırlar ve sonunda Avrupa’yı geçip – 4500’de Atlas Okyanusu kıyısına varırlar. Yer darlığı çekilirse, işler karışır. Irmakları merkez alan ve çöllerle çevrili vahaları olan Mezopotamya ya da Mısır’da, nüfus baskısı çok kuvvetlenir: Zorlayıcı bir toplumsal örgütlenmesi, orduları, rahipleri, kısa süre sonra da hesapları tutmak için yazısı olan ilk siteler de orada ortaya çıkar. Toprak ve su noksanlığı çekilmeyen bize yakın yerlerde, daima daha uzağa gidilebilmektedir; öyle ki Avrupa’nın kuzeyindeki ilk hakiki şehirler Ortaçağımızın 12. yüzyılından önce çıkmayacaktır ortaya.
> Ne tuhaftır ki bu arkeoloji bizde az biliniyor.
> Çünkü elitleri ilgilendirmiyor! Bütün büyük ülke başkentlerinde, ulusal geçmişin nesneleri bulunan tarih müzesi merkezî bir yer işgal eder. Louvre’da, sadece Grek ya da Mısır Antik Çağı’nın nesneleri vardır… “Galyalı atalarımız”ı her zaman galiplerin, Romalıların gözünden görürüz: Hırpani barbarlar, alkolikler, ama bilhassa mağluplardır. Bir yenilgi üzerine bir ulus inşa etmek zor iş. Bu şartlarda Ulusal Arkeoloji Müzesi’nin Saint-Germain-en-Laye’e sürülmüş olup meteliğe kurşun atması şaşırtıcı değil. Araştırmacılık da aynı durumda. Halbuki, 1950’li yıllarda Karbon 14 tarih tespit yönteminin kullanılır hale gelmesinden beri, araştırmacılık alanında kaydadeğer ilerlemeler oldu. Böylelikle bugün, kemiklerimizin içerdiği stronsiyum sayesinde, bir yerde bulunan bedenin aynı yerde doğmuş olup olmadığını bilebiliyoruz. Neandertal insanının DNA’sını ayırma işi başarıldı; bu sayede de onun Sapiens’le karıştığını ve genlerinin bir kısmını bize miras bıraktığını biliyoruz.
> Bizim doğrudan tarihimiz dışında, arkeoloji bize ne öğretiyor?
> Uygarlıkların incelenmesi hepsinin sonunda çöktüklerini gösteriyor. Ekolojik bozulma, iktidar istismarı, askerî yenilgi… Bununla birlikte her şeyleri ortadan kaybolmaz. Mayaları alalım: İmparatorlukları beş yüz yıl sonunda, 1000 yılına doğru çöker; çünkü orantısız kentsel sistemi köylüleri ekilebilir topraklardan kovmaktadır. Buna rağmen, ahali hâlâ oradadır ve Yucatán Yarımadası’nda hâlâ Maya dili konuşulmaktadır. Roma İmparatorluğu da ancak beş yüzyıl sürer. Ama düşüşü bütünsel bir yıkıma tekabül etmez. Aynı şekilde bugün, Rönesans’tan, yani beş yüzyıldan beri etkili olan Batı hâkimiyetinin hız kaybettiği hissediliyor. Sonrakiler kim olacak? Geçmişten söz etmek, gelecekten söz etmekten daha kolay. Özellikle de şimdiden başlamış olan genetik manipülasyonlar ve soyarıtımcı/öjenist eğilimlerle: Bugün Çin’de ve Hindistan’da, seçici kürtajlar sebebiyle 300 milyon kız çocuğu eksik…
Jean-Paul Demoule’un hayatından dört tarih:
2002 Koruma Amaçlı Arkeolojik Araştırmalar Ulusal Enstitüsü (l’Institut national de recherches archéologiques préventives) başkanlığı.
2007 La Révolution néolithique. L’invention de l’agriculture (“Cilâlı Taş Devrimi. Tarımın İcadı”), La Découverte Yayınevi.
2008 Avrupa varlığı ödülü.
2013 On a retrouvé l’histoire de France. Comment l’archéologie raconte notre passé (“Fransa Tarihini Tekrar Bulduk. Arkeoloji Geçmişimizi Nasıl Anlatıyor?”), Folio Yayınevi Tarih dizisi.