Doç. Dr. Necmi Karul: Medya çalışanı arkeolojik ilkelere sahip olmalı

Doç. Dr. Necmi Karul: Medya çalışanı arkeolojik ilkelere sahip olmalı

Arkeolog Doç. Dr. Necmi Karul, "Bir esere değer biçerseniz ancak o zaman benzerleri için bir piyasa oluşturabilirsiniz. Dolayısıyla medyada yer bulan rakamlar bir anlamada bu kara piyasaya hizmet eden manipülasyonlardır" diyor ve medyanın arkeoloji haberlerindeki hatalara dikkat çekiyor.

Definecilikten Savaşlara Arkeolojide Zor Zamanlar

Doç. Dr. Necmi Karul, Nilay Vardar ile; neredeyse her köyde bir definecinin olduğu Türkiye'de arkeolojinin toplumsallaşmasını, bunda medyanın rolünü ve savaşların kültürel mirasa etkilerini konuştu.

Türkiye’de neredeyse her köyün bir definecisi olması arkeolojiye olan düşkünlüğümüzden mi ileri geliyor? Peki medya arkeoloji haberlerini nasıl veriyor? Savaş kültürel mirasımızdan neler götürüyor?

Tüm bu soruların yanıtı için İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Doç. Dr. Necmi Karul’ın kapısını çaldık.

Karul, 12 yıldır Bursa’da Aktopraklık Höyüğü’ndeki Arkeopark’ta kazı çalışmalarını sürdürüyor. 

Köprü kurulamazsa alan başkalarına kalır

Arkeolojiyle aramız nasıl?

Arkeologların aşamadıkları meselelerden biri. Biz bulduğumuz şeyin eskiliği, tekliği, farklılığını vurgulamaktan toplum için ne ifade ettiğine yer bırakmıyoruz.

Ne yazık ki yaptığımız işin faydalanıcılarıyla arkeolog arasında köprü kurulamıyor ve bu alanı başkalarına bırakıyoruz. Kim bunlar: defineciler, koleksiyonerler, sansasyonel haber yapanlar.

İnsanların uzak ya da yakın geçmişleriyle bir bağ kurmalarını sağlayamıyoruz. Bu nedenle insanın doğa, çevre ya da insan ile kurmayı beceremediği, sağlıksız ilişkilerden geçmiş de nasibi alıyor.

Maalesef geçmişe sadece meta olarak bakanların temiz havayı, suyu ya da çevreyi korumak gibi kaygılarının da olmadığını görüyoruz. Kısacası yaşamla olan bağlarımız açısından arkeolojinin toplumsallaşması çok önemli. Burada arkeoloğun ya da konusu geçmiş olanların geçmişi bilgiye dönüştürmek kadar o bilgiye ulaşılmasını kolaylaştırmak, anlaşılabilir bir dile tercüme etmek ve toplumun sorularına cevap vermesi gerekiyor.

Bu anlamda arkeolojik alanların eğitim amaçla kullanılması, bazı okullarda arkeoloji derslerinin olması gibi olumlu gelişmeler var.

Arkeolojik esere maddi değer biçilemez

Medyanın arkeoloji konusunda karnesi nasıl?

Medya çalışanlarının her konuda uzman olması beklenmemeli ki bu zaten mümkün değil. Arkeologların kendilerini biraz sizlerin yerine koyarak bilgisini sizlerle, kısa, anlaşılır, ağır bilimsel terminolojiden arınmış bir dile dönüştürüp paylaşması gerekir.

Ama sizin de arkeoloji konusunda bazı ilkelere sahip olmanız beklenir. Kimi bilgi hataları hoş görülebilir ama ilkesiz olmak başka bir sorun. Konu etkileyici şekilde ifade edilebilir ama hata büyükse haberin anlamının kalmayacağını; etkileyici olmak ile doğru bilgiyi paylaşmayı terazinin iki tarafı gibi görülemeyeceğini kabul etmek gerekir.

Nedir bu temel hatalar?

Örneğin arkeolojik bir esere maddi bir değer biçilmesi, sanki bir rayici var! Ya da bundan bir tane var, en eskisi gibi çoğu kez gerçeği yansıtmayan haberler. Sıkça yapılan bu hatalar bizi bilinçli mi yapılıyor sorusuyla karşı karşıya bırakıyor.

Dünyanın hiçbir yerinde arkeolojik eser yasal olarak alınıp satılmıyor. Eğer bu mümkün değilse fiyatlandırmanın nasıl bir anlamı olabilir? Ne işe yarar, neye hizmet eder?

Bir esere değer biçerseniz ancak o zaman benzerleri için bir piyasa oluşturabilirsiniz. Dolayısıyla medyada yer bulan rakamlar bir anlamada bu kara piyasaya hizmet eden manipülasyonlardır. 

Her köyün kadrolu definecisi var

Bu tarz habercilik Türkiye’de var olan defineciliği daha da mı körüklüyor?

Henüz arkeologların gitmediği yerlerin definecilerin düzenli uğrak yeri olduğunu gösteren çok örnek var. Hepsinin hikayesi de benzerdir, ülkenin her yerinde aynısını duyarsınız; ya 40 metre tünel ya da 40 küfe altın ile başlar. Maalesef bu şekilde başlayan hikayelerin bir diğer ortak yanı da yaptıkları tahribattır.

Defineciliğin kumar gibi hastalıklı bir bağımlılık olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki ülkemizin hemen her köyünde adeta kadrolu bir defineci vardır. Bu kadar çok tutkulu insan şaşırtıcı belki ama bu tutkunun kaynağı geçmiş merakı değil de çabuk zengin olma beklentisi ve geçmişin kendine ait tarafı olduğunu hissedebilecek, bilecek bir derinliğin olmaması.

Bu durumdan yararlanan profesyoneller de yok değil; sahte eser üretenler, ‘definenin yerini gösteren haritalar’. Kısacası defineciler kadar dolandırıcılar da tahribatı arttıran bir unsur. 

Madem tarihi eser alım satımı yasal değil o halde neden detektör satışı serbest, neden gazeteci şu kadar milyon dolar değerinde bir eser bulundu diye haber yapabiliyor. En basit anlamıyla defineciliği teşvik eden çok fazla neden var. 

Yasalarda definecilik suç, ancak suç üstü gerektiriyor, dolayısıyla tespiti çok güç. Ama en trajik olanı definecilik suçu ile ceza alan biri toplumda başka suçlarda olduğu gibi ayıplanmıyor. Bu da geçmişe aidiyetin toplumsal düzeyde ne kadar zayıf olduğunun bir göstergesi. Dolayısıyla yasalardan çok defineciliğin karşısındaki insanların sayısını arttırmak daha önemli ve bu noktada da arkeolojinin toplumsallaştırılması önemli.

Her müdahale bir tahribattır

Peki insanların kendi oturdukları evin bile yıkılmasına hatta ölmelerine neden olan definecilik nasıl bir tahribat yaratıyor?

Arkeolojik çalışma yöntemleri titizlik gerektirir. Ama nihayetinde bilimsel kazılar da bir müdahaledir, bir bakıma tahribattır; temas ettiğiniz, yerinden aldığınız her şey için bir daha aynı koşulları, ortamı oluşturma şansınız yoktur. Dolayısıyla bilimsel çalışmalar bu çelişkili durum hesaba katılarak titizlikle gerçekleştirilir. Definecilik ise ne olduğunu hiç bilmediğimiz ve bir daha bilemeyeceğimiz, eskiye döndüremeyeceğimiz bir tahribat anlamına gelir.

Müzelerin alımı karaborsayı engellemek için

Öte yandan müzelere bulduğumuz nesneleri parayla satabiliyoruz. Bu bir çelişki değil mi? 

İnsanların karşılaştıkları arkeolojik eserleri, bu kendi bahçesinde de olabilir, kara piyasaya sürmelerini engellemek, bir bakıma bir suç işlenmesinin önüne geçmek ya da bu eserlerin bulundukları ülkede kamu malı olarak kalmalarını sağlamak için kurulmuş bir sistem. Eser müzede oluşturulan bir komisyon tarafından değerlendirilip ödeme yapılmakta. Kuşkusuz bu başımıza iş açmaktansa atalım gitsin ya da evimde saklayayım diyenler için de teşvik edici bir uygulama olarak kabul görüyor. Devlet kendisi fiyat biçiyorsa neden serbest piyasası olmasın diye bir soru sorulabilir, ama bunu bir paradoks olarak görmektense arkeolojik eserleri toplumun ortak varlığı olarak kabul etmek daha doğru olur.

Göbeklitepe belgeseli

TRT Belgesel’de yayınlanan  ‘Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu’ isimli belgeselde, insanlık tarihinin en önemli yapılarından Göbeklitepe’de, Hz. İbrahim’in yıktığı putlar olduğunu ileri sürüldü. Göbeklitepe’nin en önemli dikilitaşlarından biri olan ve T biçimli dikilitaşın bir put gibi kırılma sahnesi de belgeselde canlandırıldı. Ne düşünüyorsunuz?

İçler acısı, üzerinde durulması gereken, olur böyle hatalar diyerek geçiştirilmeyecek kadar ciddi bir durum. Yönetmen ‘arkeolojik olarak bu budur denen hiç bir satır yokken hedef gösterme kötü niyetten kaynaklanır’ diyor, kazı başkanı Klaus Schmidt’in kitabından yararlandık diyor. Anlamak mümkün değil; Schmidt kitabında bunlar put mu demiş ? Hikaye arkeolojik yerlerde geçtiği halde ‘arkeolojik olarak bu budur’ demedik nasıl bir savunma! Evet asıl arkeolojik bir şeyler söylenmesi gerekirdi, böylelikle Göbeklitepe’yi dekor yapıp alakasız bir şey söylememiş olurdunuz. Açıkçası arkeolojik bir alanın etkisinden yararlanıp, konunun çok tehlikeli bir şekilde saptırıldığını görüyoruz. Belgeselin danışmanlığı için arkeolog yerine başka meslekten insanların seçilmesi de anlaşılır gibi değil. Sonuçta belgeselin gösterimden kaldırılması çok yerinde bir karar. Bu tedbirleri zamanında almaz, yine medyadan gereken tepkiyi vermezseniz sorumluluğu büyük olur.

Neyi kaybettiğimizi bile bilmiyoruz

Savaşla birlikte kültürel mirastan neler kaybediliyor? 

Son yıllarda özellikle komşu ülkelerde müzelerin, arkeolojik alanların nasıl bir acımasızlıkla tahrip edildiklerine şahit olduk. Hatta bu tahribat o kadar acımasız ki, sadece höyükleri havaya uçurmak, eserleri kırmakla yetinmediklerini, eserleri bir daha restore edilemeyecek şekilde makinelerle tıraşlandıklarını gösteren videolar izledik.

Sanırım insanlık tarihi geçmişiyle ilgili böyle bir tahribatı hiçbir zaman yaşamadı. Tarihte işgal edilen yerlerde, kendi meclisini ya da tapınağını eskisinin yıkıntıları üzerine inşa eden, bunu bir güç gösterisi olarak yapan toplumlar biliyoruz. Bu orada yaşayan insanlara boyun eğdirmenin,  artık senin değerlerinin yerini benim değerlerim aldı demenin araçlarında biri olmuştur. Ama bu bile çoğu kez daha metaforiktir, yeni yükselecek yapıda eskisinin malzemesi devşirilerek kullanılmaya devam etmiştir. Bugün yaşanan ise tamamen geçmişi silme üzerine kurulu bir anlam taşıyor. 

Bir diğer mesele ise savaşla birlikte yaygınlaşan tarihi eser kaçakçılığı ve onun beslediği definecilik. Tahribat o kadar üst seviyedeki bu sadece savaşın yoğun olarak yaşandığı yerlerde değil, denetimin azaldığı yakın çevresinde de gerçekleşiyor.

Savaşın neden olduğu bir diğer önemli sonuç ise, bu bölgelerde uzun süredir arkeolojik kazıların yapılamaması. Bu sayede oluşan tahribat genelde gözden kaçıyor. Özellikle daha önce kazı yapılan yerler, açığa çıkarılan kalıntılar hem doğanın hem de insan tahribatına açık durumda.

Bu durumun yakın coğrafyamızda yaklaşık bir otuz yıllık geçmişi var. İran-Irak savaşıyla başlayan süreçte zamanla yüzlerce büyüklü küçüklü yerleşim yeri tahrip oldu, yüzlerce kazı çalışması yapılamaz hale geldi. Nitekim güney komşumuz Suriye, insanlık tarihinin görkemli kültürlerine ev sahipliği yapmış, on binlerce yılın kalıntılarını barındıran bir coğrafya da aynı şeyleri yaşıyor. Bu yıkım sadece toprak altında kalmış yerleşimleri değil Halep gibi tarihi dokusu oldukça iyi korunmuş bir kenti de girdabı içerisine aldı yok etti. 

Arkeolojik anlamda Anadolu’nun bir parçası olduğu Yakındoğu insanlık tarihinin bütün aşamalarının yaşandığı nadir bir coğrafya. Dolayısıyla buradaki arkeolojik bilgi dünyanın başka yerleriyle kıyaslanamayacak kadar derin ve farklılıklar içermekte. Ve ne yazık ki savaşlar yüzünden biz bu zenginliği geri gelmeyecek şekilde kaybediyoruz.

Neyi kaybettiğimizi dahi bilmiyoruz, bu da madalyonun bir diğer yüzü. Bildiğiniz, bilgiye dönüştürdüğünüz bir yeri, eseri kaybetmek ile neyi kaybettiğinizi dahi bilmemek arasında büyük bir uçurum vardır. Kaybettiğimizi ve kesinlikle bir daha öğrenemeyeceğimizi biliyoruz. Geri getiremeyeceğimiz şeyler… 

Arkeolojik yer seçme Türkiye'de lüks

Sizin elinizde olsa en çok nerde kazı yapmak isterdiniz? En önemli gördüğünüz ya da en merak ettiğiniz?

Türkiye çok hızlı yapılaşmanın olduğu, büyük sanayi projelerinin gerçekleştiği bir yer. Otoyollardan, boru hatlarına, barajlara kadar büyük alanları etki altında bırakan projeler bunlar. Dolayısıyla yer seçmek lüks sayılır. Türkiye büyüklüğünden ziyade tarihin hemen hemen her döneminden kalıntıları barındıran bir coğrafya. Ve bu kalıntılar bir dağın zirvesinde, bir ovada ya da İstanbul Yenikapı’da olduğu gibi suyun metrelerce altında karşınıza çıkabilir. 

Benim uzmanlık alanım tarihöncesi ve özellikle yerleşik yaşamın başlangıcı. Bu dönem beni heyecanlandırmaya devam ediyor. Önceliğim ise baraj gibi projelerden etkilenecek tahribata açık yerler.

Arkeolojik alanda bir yaşam 

Bursa Aktopraklık Höyük’te bir arkeoloji okulu kurduğunuzu biliyoruz, bu konudan biraz bahseder misiniz.

Aktopraklık, Neolitik Çağa tarihlenen, geçmişi günümüzden 8000 bin yıl kadar öncesine giden bir yer. Burada açığa çıkardığımız kalıntıların bir kısmını koruma altına alarak gezilebilir bir alan haline getirdik. Ayrıca verilerinden yola çıkarak tarihöncesi dönemi anlatan iki köy canlandırması kurduk.

Ayrıca yakındaki Eski Kızılelma köyünden terk edilmiş, yaşları 150-200 yıl olan evler taşıyarak bir de geleneksel bir köy canlandırması yaptık. Bunlar bir zaman tünelinin farklı durakları şeklinde gezilebilmekte. Ayrıca ilk ve ortaokul öğrencilerine ve şimdilik yılda bir kez de Türkiye’nin farklı üniversitelerinden gelen öğrencilerle yaz okulları düzenliyoruz. Çömlek, taş alet yapma, metal eşyalar üretme ya da bitkilerden boya elde edip tarihöncesi dokuma yöntemleri gibi atölyeler düzenliyor, bunlarla ilgili teorik dersler veriyoruz. Bu eğitimleri yaygınlaştırarak arkeolojinin toplumsallaşmasına katkı sağlamaya çalışacağız. Yakında açılacak, yapımını Bursa Büyükşehir Belediye’nin üstlendiği Aktopraklık Doğa Tarihi ve Arkeoloji Müzesi ise bu çabamızı daha da kurumsallaştıracak.

Oteli her yere yapabilirsiniz ama Sultanahmet tek

Peki İstanbul’a baktığımızda neyi kaybediyoruz?

Şu sözlerle başlayayım, arkeologlar her şey, her koşulda yerinde kalacak ve korunacaktır demiyor. Ama İstanbul bir tane. Ve bu bir taneliği bugünkü halinden değil tarihsel geçmişinden geliyor.

Suriçi ve çevresi… Hani dünya yıkılsa bile, hani öncelikli kurtarılacak eşyalar vardır ya işte ilk kurtarılacak, göz bebeği gibi bakılacak yerlerden biridir Suriçi.

Örneğin Four Seasons otel inşatı uzun bir süre gündem olmuştu. Dünyada bu otelden çok sayıda olduğunu ancak Sultanahmet’in tek olduğunu unutmamak gerekir. Oteli her yere yapabilirsiniz.

Suriçi geçmişi en az 8500 yıl öncesine giden, yakın geçmişimizin anıtları ile bezenmiş, Tahtakale gibi, gökdelenler olmasa da yüzlerce yıldır büyük bir ticari merkez olmayı sürdüren, kısacası dünyada benzeri olmayan bir yer.

Yere gömülen çöpler

Kentin bu kimliğinin korunması lazım. Ancak bu kimlik kimileri için ranttan daha fazlasını ifade etmiyor. Bu da kontrolü güçleştiren bir durum. En basiti, Suriçi’nde yere metrelerce gömülen çöp varilleri, bölgenin ne yer altını ne de silüetini hesaba katan yüksek binalar gibi çok sayıda olumsuz örnek verebiliriz. Yakın geçmişi ile övünmeyi seven bir toplum olsak da Suriçi’ndeki birçok Osmanlı çeşmesi  tahrip olmuş durumda.

Gezmeye gittiğiniz bir yerde “bu alana girmeniz için birkaç kilometre yürümeniz, araç değiştirmeniz lazım” denmesi ancak orada yaşayanların ve yönetenlerin alana verdiği kıymeti gösterir. Biz ise kentin kalbine her türlü aracı sokuyor, araç trafiğini teşvik ediyor, oteli inşa edip, “ben size bu işin tam kalbinde oda satıyorum” demeyi tercih ediyoruz.

Mevcut yapıların ticari işletme olarak değerlendirilmesinin yanlış olduğunu söylemiyorum ama planlamanın koruma öncelikli olması lazım. Kimsenin biraz daha fazlasını talep dahi edemeyeceği şekilde sınırların çizilmesi ve kimse için bunun delinmemesi gerekir. Belediyelerin özellikle bu konuda sağlam bir gardının olması lazım. 

Otopark yapmak için kolonu kesilen bir binadan belediye ancak yıkıldığı zaman haberdar oluyor, ya da İstanbul Sur’una trafik rahatlasın diye kapı açılabiliyorsa bundan herkes sorumluluk hissetmeli.

Çok sayıda yanlış restorasyon uygulamasına rağmen İstanbul Surları dünyanın en iyi korunmuş Ortaçağ surlarından biridir. Bunun kıymetini bilmek başta konuştuğumuz gibi arkeolojinin, geçmiş bilincinin hurafelerden sıyrılmış bir şekilde toplumsallaşmasıyla sağlanabilir.

Aidiyet azaldıkça kenti terk etmek kolaylaşır

Ama şimdi bostanların yerine farklı projeler var.

Kentin anıtsal, Mimar Sinan gibi büyük ustaların yapıtlarından ibaret olmadığını düşünmek lazım. Parkların, bostanların yine bu kentin kültürel mirasının bir parçası olarak korunması gerekiyor. Sulukule’deki Roman mahallesi bir başka örnek. Sulukule’ye Romanları Fatih Sultan Mehmet yerleştiriyor. Bu semt Fatih’in ismini taşıyorsa Romanları orada yaşatmak önce o semtin, sonra hepimizin sorumluluğu olmalıydı.

Aynı sorumluluğu İstanbul’un her köşesi için, silueti için, toprak altı için taşımalıyız ve bütün bunları günün ihtiyaçlarına cevap verecek bir kent ile birlikte sağlamak mümkün. Tabii buna niyet etmeniz gerekir, kararları verenin bu sorumluluğu taşıması, bilime değer vermesi, kentte yaşayanın kenti ile ilgili kaygısı, beklentisi ve önerisi olması lazım.

Son günlerde bu ülkeyi en kısa yoldan nasıl terk ederim diyenlere şahit oluyoruz. Etrafınızda aidiyetinizi sağlayan şeyler ortadan kalkınca bu süreç hızlanır. Bu değerler de ancak onları yaşattığınız sürece vardır. Yaşatmadığınız da ise kent sizin olmaktan, siz de o kentin bir parçası olmaktan çıkarsınız. O zaman zaten sizin için orayı terk etmek en kolay şeydir.

Nilay Vardar - Bianet.org

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

arkeoloji haber, arkeoloji haberleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlgili Haberler


Benzer Haberler & Reklamlar