Ünlü sanatçı Handan Börüteçene, Salt Beyoğlu’nda açılan Üç İç Denizin Ülkesi sergisinin sanatçıların kayıp eserleri ile ilgili bir misyonu olduğunu belirttiği söyleşisinde "Arkeoloji sayesinde insanlık tarihini her şeyiyle değiştirecek bir yerlere doğru gidiyoruz. Bu çalışmalardan elde edilen bilgiler mevcut resmi tarih külliyatını altüst ediyor. Bu beni çok keyiflendiriyor" dedi.
Handan Börüteçene: Bellek yittiğinde her güne sıfırdan başlarsınız
Üç İç Denizin Ülkesi, kırk yılı aşkın süredir kararlı biçimde arkeoloji, tarih ve doğa odağında üreten Handan Börüteçene’nin bugüne kadar düzenlenen en kapsamlı sergisi. İsmi, sanatçının taşı toprağı ve mavilikleri kadar kültür mirası ile mitlerinden ilham aldığı bir coğrafyaya işaret ediyor: Anadolu ve Trakya. Handan Börüteçene, küratörlüğünü Amira Akbıyıkoğlu’nun yaptığı ve Salt Beyoğlu’nda 14 Nisan 2024 tarihine kadar sürecek olan sergisine dair Necmi Çelik'in sorularını yanıtladı.
> Üç İç Deniz'in Ülkesi sergisinde bellek yitimi ana tema. Bu mesajı ne ölçüde verebiliyorsunuz sergi ile?
> Sistem isterse bellek yitiriliyor. Yoksa belleğin yittiği filan yok. Normal hayatlarda bellek varlığını sürdürüyor ama kim ne kadar farkında. Ben nostalji merakı olan bir insan değilim bellekten bahsetmemin nostaljiyle hiç ilgisi yok. Belleğe bunca değer vermem, konu edinmem geleceği ve yaşadığımız anı önemsediğim içindir. Bugün bize o lazım. Sırtımızı kültür katmanlarımızın belleğine dayamamız önemli. Yeryüzündeki her insan için lazım. Bu nedenledir bellek her zaman benim ilgimi çekiyor. Doğa öyle yaşıyor. Ama biz yaşıyamıyoruz. Bir ağaç kendi belleğini şahane bir şekilde biliyor, birisi ona dışardan müdahale etmezse tabi. Bütün varlıklar için geçerli bellek konusu. Dağlar da taşlar kayalar da, denizler de ,sular da bilir kendi belleğini. Bence birbirleri arasında da fevkalade iyi de anlaşırlar. Bu söylediklerim masal da değil. Bütün bir orman mantarlar ve kökler aracılığıyla birbiriyle haberleşiyor. Her varlığın birbirinden haberi var. Bellek yitirince her gün hayata sıfırdan başlarsınız. Bir gün öncesi yok yani. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi. Hayata her gün sıfırdan başlamış insanı dilediğin gibi şekillendirebilirsin. Sistem de istediği gibi şekillendiriyor, yönlendiriyor, yönetiyor
> Eserlerinizde hep içsel konuşmalar var. En çok kiminle konuşuyorsunuz, en iyi arkadaşınız Sappho olabilir mi?
> Sohbetlendiğim çok arkadaşım var. Onlar şimdi fiziken yaşamıyorlar ama gümbür gümbür hayattalar, ürettikleri her şey ile hayattalar. Belleklerimizin de parçası durumundalar ve gerçekten de hayatlarımıza ciddi bir şekilde dahiller. Mesela arkadaşlarımdan biri de Mimar Sinan. Bizimle her türlü yapısıyla konuşma halinde, bizimle sohbet ediyor ve derdini de çatır çatır anlatıyor. Sappho da şiirleriyle öyle. Sümerli Ludinggirra ile de bir tablette karşılaştım. Lamasatum‘la da öyle, o da Hititli bir kadın. Burada hepsinin adı tek tek geçmiyor ama çok arkadaşım var, gündelik hayatta öyle olaylarla karşılaşıyorsunuz ki bana onların ürettikleri, sözleri hızla yardıma yetişiyor. Bana birden farklı bir bakış açısı geliştiriyorlar. Onun için onlar benim can arkadaşlarım.İlla her arkadaşımızın bugün fiziken yaşayan arkadaşlarımız olmaları gerekmiyor
> Kayıp eserlerle ilgili bir tavrınız var bu serginizde. hem kentin yeni mimarisi içinde kaybolan eserler hem de sizin eserlerinizi alan koleksiyonerlerde ve müzelerdeki kayıp eserler. Eserlerinizi kaybedenlere kırgınlık, kızgınlık hissediyor musunuz?
> Bu kızgınlık, kırgınlık gibi duygusal bir konu değil hukuksal bir konu ama duygu durumu olarak şaşkınım. Çünkü bahsettiğimiz eserler öyle ufak tefek işler de değil. Kayıp eserlerimin sayısı az da olsa... ki bir tanesinin bile kayıp olması önemli ve yeterli. Herkesin hukuk alanında yasalarla sanat eserlerinin korunduğunu bilmesi gerekli. Bahsettiğimiz kayıp eserler öyle ufak tefek şeyler de değil. 300-400 kilo ağırlığında, boyu 2 metreyi geçen eserler. İnsan algılayamıyor taşınırken nasıl kaybolduğunu. Onlar da şaşkın ve üzgün olduklarını söylüyorlar çünkü satın aldıkları bu eserlerin evleri ya da iş yerlerinin taşınması aşamasında kaybolduğunu ifade ediyorlar. Aradıklarını, bulamadıklarını söylüyorlar. Söylenene inanmak durumundayım. Bu konular sadece benimle ilgili de değil ki yaygın bir sorun. O nedenle biz bu konuyu bu sergi vesilesiyle şeffaf bir şekilde gündeme getirdik. Konuşulup tartışılmasını sağlamak hatta hep birlikte bu konuya çözüm bulmak istiyoruz
> Nedir bu konu?
> Sanat eserleri bu ülkenin kültür mirasıdır o nedenle Fikir ve sanat eserleriyle ilgili kanunlar gerçekten çok kapsamlı ve güçlüdür. Sanatçı haklarını da eserleri de korur. Ama biz işler kıldıkça yasalar yaşama geçer. Biz bu sergiye karar verdiğimizde anladık ki bu mesele yani kayıp eserler konusu birçok sanatçının başına geliyor ama genellikle suskun kalınıyor. Tabii ki kişilerin muhtelif nedenleri vardır, belki de kendilerini bu konuda yalnız hissediyorlardır... Bunu da onlarla konuşmak gerekir. Zaten onun için bu konuyla ilgi herkese alan açmak istedik
> Bu serginin sanatçıların kayıp eserleri hakkında bir misyonu var diyebilir miyiz?
> Evet kesinlikle diyebilirsiniz.
> Şairler, ressamlar; müzisyenler, felsefeciler kuşağı var. Arkeoloji görece olarak yeni bir dal. Ne dersiniz?
> Arkeoloji hazine avcılığı ve macera ile başlamış bir alan aslında. "İyi “ bir örnek olarak 1870’lere Truva’yı hallaç pamuğu gibi atan hazine avcısı Heinrich Schliemann’ı verebiliriz. Kendisinin kimilerince arkeolog olarak anılması beni çileden çıkarıyor. Truva (Troia) ‘da gerçek kazılar çok sonra başlıyor ve bu gerçek arkeolojik çalışmalarda kentin Willusa adıyla bir Hitit kenti olduğu bilgisi de diğer birçok değerli bilgiyle ortaya çıkıyor. Ona o zamanlarda arkeoloji denmiş ama arkeoloji tabii ki o değil. Arkeolojinin gerçek bir bilim olarak hayatımıza girmesi ise yakın bir tarih. Disiplinler arası çalışmalarla ve gelişmiş teknolojik aletlerle arkeolojide insanlık tarihi için de, doğa tarihi için de olağanüstü değerli sonuçlar, bilgiler elde ediliyor. Arkeoloji sayesinde insanlık tarihini her şeyiyle değiştirecek bir yerlere doğru gidiyoruz. Bu çalışmalardan elde edilen bilgiler mevcut resmi tarih külliyatını altüst ediyor. Bu beni çok keyiflendiriyor. 1995’de Ankara Anadolu medeniyetleri müzesinde yaptığım “Yeryüzünün Belleği” sergimin doğum yazısında şöyle yazmıştım ; arkeoloji ve doğa doğru bilgilenmek için somut bir alan. Onlar katmanları arasında sakladıklarını olduğu gibi koruyorlar, bir balık fosilini kurbağa fosili diye diye yutturmaya kalkmıyorlar, bunu ancak resmi tarih yazıcıları olan iktidarlar yapıyorlar. Evet o yüzden yaşasın arkeoloji diyorum. İşlerimde ve hayatımda oluşturduğu her katmanıyla beni zenginleştiren bir alan.
> Neolitik çağa özel bir vurgunuz var, hatta serginizde “yaşasın Neolitik “adıyla bir işiniz var. Bunu açabilir misiniz biraz?
> Şurası açık ve net ki arkeologlar neolitik dönem kazılarında bir savaş malzemesi bulamadı. Çünkü yok da ondan. Savaşı çağrıştıran böyle bir buluntu yok. Demek ki neolitik çağ insanları birbirleriyle savaşmadılar. Savaşsalardı savaş aletleri bulunmuş olurdu, yaşadıkları yerleşkelerin çevresinde kocaman surları da olurdu. Biz hiç sur bulmadık, hiç savaş nesneleri bulmadık . Birbirlerine yapışık inşa edilmiş evler ve dayanışma içinde, doğayla uyumlu bir hayat gördük bulduğumuz kentlerde. Sadece Türkiye’dekilerden bahsetmiyorum, bütün dünyadan bahsediyorum . Neolitik dönem kuşkusuz Anadolu’da başlıyor. Dünyada çok geniş bir zaman dilimini içeriyor Neolotik dönem ve bu barış çok uzun sürmüş ve bu barış aynı zamanda doğayla da, yaşadığımız gezegenle de uyumlu. Hiçbir varlığa zarar vermiyor. Kendine de "ötekisine" de komşusuna da zarar vermiyor. İnsanlık binlerce binlerce yıl önce bunu başarmış. Daha ne isteriz? Savaşın olmadığı bir hayat ! Yaşasın Neolitik demeyeyim de ne diyeyim.
> Bu yeni bir neolitik çağ duygusuna dönebilir mi bir ütopya olarak? Neden olmasın ? Fiziki şartlar zorlasa da aklımızı başımıza devşirebiliriz
>Sanatsal yaşamınıza aile etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? -Babam okumaya çok meraklı bir insandı. Koskoca kütüphaneli bir evde doğdum. Her evde bir kütüphane olur ama hep çocuklara sakın dokunma derler. Ama bizim evde her şey bizim içindi. Bir çocuğa hiç engel konulmaması çok iyi bir şey. Biz üç kardeştik ve ben en küçükleri idim. Cinsiyet ayrımcılığının olmadığı, habire bir şeyler icat edilen, neşeli, barışın olduğu bir evdi orası. Ve gerçekten çok şanslı bir çocukluk dönemim oldu. Annemin koskoca bir atölyesi vardı . Çalışan bir annenin çocuğu olmak önemli. Kardeşlerim okula, annem ve babam da işe gidince ortam bana kalıyordu. Öyle olunca kimsenin yoğunluktan benim hayal dünyamla yaptığım şeylere karışacak vakitleri bile olmuyordu. Belki benim karakterimle ilgili biraz da. Hayal gücünüzü geliştiren her şey elinizin altında ve gözünüzün önünde. Sonradan anladım ki bu büyük bir şansmış benim sanat yolcuğumun başlamasında.
> Dil sizin için neden bir yapıt üretecek kadar önemli bir mesele.?
-İnsan dil ile düşünür. Dili o kadar hoyratça ve kolaylıkla harcıyoruz ki kelimelerin ve cümlelerin yapısal dokusunu altüst ediyoruz... Dili bu halde kullandıkça doğal olarak aynı dili konuşuyoruz ama birbirimizi anlamıyoruz. Dil de bir matematik ve metotla oluşuyor. Bir fikri anlatacaksanız diyelim bunu dillendirirken o matematik ve metod, üzerinden bir yapı oluşturarak aktarabilirsiniz. Eğer onun yapısını bozarsanız ki bozduk, birbirimizin derdini algılayamaz, anlatamaz ve aktaramaz duruma geldik. Böylelikle aynı dili konuşup birbirimizi anlamayan insanlar halinde yaşıyoruz. Kuşkusuz bir sürü sorunumuz var ama dil de temel sorunlarımızdan biri. Çünkü iletişimimizde sosyal kopukluğa neden oluyor .Bu asla olmaması gereken bir olgu. O yüzden dil önemli. Aynı dili konuşuyorsak birbirimiz anlamamız gerekli.
Necmi Çelik - Dunya.com