Geçmişten bugüne Türkiye'de bir Arkeoloji Enstitüsü kurulması konusundaki çalışmaları değerlendiren Türk Arkeolojisi'nin yaşayan çınarlarından Prof. Dr. Fahri Işık, "köklü Devlet Kurumu‘nun görev ve yetki alanına 'müdahale' anlamına gelen bir Türk Arkeoloji Enstitüsü’nün varlığı konusundaki sorun istişareyle aşılmadan, bir yere varılamayacaktır" dedi.
Son arkeolojik keşiflerle haklılığı iyice ortaya çıkan “Uygarlık Anadolu'dan Doğdu" tezine ömrünü adayan Türk Arkeolojisi'nin yaşayan çınarlarından, "Hocaların Hocası" ünvanları ile tanınan Prof. Dr. Fahri Işık, Türkiye'de daha önce Arkeoloji Enstütüsü kurma girişimlerinin neden sonuçlanmadığını hatırlatan bir açıklama yaptı.
Arkeologlar Derneği Merkezi ve İstanbul Şubesi'nin ve Prof. Dr. Mehmet Özdoğan'ın açıklamalarına destek veren Prof. Dr. Fahri Işık, Ankara'daki 'Arkeoloji Şurası Denen Şeyin' neden el parası ile şatafatlı bir gösteriye dönüştürüldüğünü sorguladı.
Prof. Dr. Fahri Işık'ın yaptığı açıklamanın tam metni şu şekilde:
PROF. DR. FAHRİ IŞIK'TAN
TÜRK ARKEOLOJİ VE KÜLTÜREL MİRAS ENSTİTÜSÜ ÜZERİNE AÇIKLAMA
Türk Arkeoloji Enstitüsü konusunu; Arkeoloji ve Sanat Dergisi’nin 2011 yılı 136. sayısında da yayınlanan, “Kültür ve Turizm Bakanlığı 2010 Yılı Kültür-Sanat Büyük Ödülü”nün sahipleri değerli Halet Çambel ve Nimet Özgüç hocalarımızın onuruna Arkeoloji Bilim İnsanları adına yaptığım “Türkiye Arkeolojisinin Toprak Anaları” başlıklı açılış konuşmamda dile getirmiştim. Ve “Batı’yla yarışı sürdürebilmek, onlardan geri düşmemek için araştırma koşullarının da -bu tür bilimsel kurumların desteğiyle- eşitlenmesi” gereğine değinmiş, “arkeoloji özelinde kurumsal ve akademik bir reforma duyulan gereksinimler” arasında bir Türk Arkeoloji Enstitüsü’nün kurulmasını reformların başına almıştım. “Mustafa Kemal Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarını kurdu. Belli ki onları bütünleyici bir Türk Arkeoloji Enstitüsü kurmaya ömrü yetmedi”demiştim. “Çünkü o, geçmişine her soydan halkıyla, kültür ve sanatıyla sahiplendiği Anadolu’yu, Batı’nın Hellen hayranlığı gibi bir bağnazlıktan arınmış olarak bağımsız ve gerçeğiyle kendi evlatları araştırsın istemekteydi. Bu amaçla, çağdaş bilimsel yöntemleri öğrensinler diye de en zor ekonomik koşulların yaşandığı bir zamanda onları Batı’ya göndermişti”.
Büyük Önder’in tek amacı her durumda Batı’yla yarıştan kopmamaktı. Eğer Türk Arkeoloji Enstitüsü’nü de kursaydı, kuşkusuz o da yabancıların arkeoloji enstitüleri gibi değil, Türk Tarih Kurumu gibi kendi koşullarımıza uygun, bağımsız çalışan bir üst Bilim Kurulu olarak kuracaktı. Mehmet Özdoğan’ın da özenle vurguladığı gibi, “her zaman bilimin zararına işleyen bürokrasi ile içiçe bir sistem” olmayacaktı; politik kaygılardan uzak, özerk, akademik bir kurum olacaktı.
Daha önce bir Çankaya yemek sohbetinde konuşulduğu için, törene teşrif eden Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün konuya sıcak baktığını biliyordum. Yine de bu konuşmanın ardından “Türk Arkeoloji Enstitüsü’nün kurulmasına ilişkin“ olarak beni görevlendireceklerini düşünememiştim. Yine bilememiştim ki akademik yaşamım boyunca ilk kez, üstlendiğim bir kutlu görev beni, bir hizmetin gereğince yerine getirilmesinde bu denli zorlayacaktır ve yanıt için zaman ilk burada aşılacaktır.
Erzurum’dan iyi tanıdığım, dönemin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri sevgili Mustafa İsen’in nazik hatırlatmasıyla kaleme aldığım 5 Nisan 2011 tarihli yanıtta, yalnızca sorunlar yumağı vardı. Zorluk, özellikle kurumun kuruluş şeklinde ve görev tanımlamasında odaklanmaktaydı. Konu, derinlemesine irdelendiğinde görülmüştü ki mevcut koşullar, hep örneklenen ve yurdumuzda da Alman, İngiliz, Fransız, Hollanda ve İsveç kuruluşlarıyla tanınan Batı’nın arkeoloji enstitülerinde olduğundan esasta farklıdır. Özellikle 1829 yılında Roma’da açılışıyla benzerlerinin en eskisi ve öncüsü önemindeki Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden bildiğimiz kadarıyla bunlar salt arkeoloji ve onun yan bilim dalları üzerine, yani öncelikle antik Hellen ve Roma ile onları yaratan Doğu kültürlerinin doğduğu, yaşandığı dış ülkelerdeki araştırmalara yönelik olarak kurulmuşlardır. Bu nedenle etkinliklerini Berlin’deki merkeze bağlı olarak Roma, Atina, İstanbul, Kahire ile -şimdilerde politik ayrılıklar ve olaylar nedeniyle kapatılan- Tahran ve Bağdat gibi önemli kültür başkentlerindeki istasyonlarda sürdürmektedirler. Ve de Dışişleri Bakanlığı bünyesinde çalışan, ancak örgütlenmede ve işleyişte bilimsel özerkliğe sahip olan akademik kurumlardır.
Görevleri; bulundukları dış ülkelerde kazı ve yüzey araştırmalarını yürütmek, teşvik etmek ve sonuçlarını merkezde ve her istasyonda kendi adını taşıyan bilimsel kitap ve süreli dergilerde yayınlamaktır. Parasal desteğiyle yetişen yerli ve yabancı bilim insanlarıyla eskiçağ biliminin geleceğine ortak olmayı, özellikle kendi ülkesinin kültür ve eğitim politikalarını biçimlendirmede katkılar koymayı da amaçlar. Ulusal anlamda eskiçağ bilimleri arasında bütünlüğü sağlamayı, uluslararası bağlamda ise yabancı ülkelerle oluşturulacak bilgi ağıyla ülkenin dış politikası içinde yapıcı bir rol almayı hedefler. Dışarda kendi ülkesinin bir kültür misyoneri gibidir.
Genel hatlarıyla çizmeye çalıştığım bu özlü resimden hemen anlaşılan, Batı’daki kuruluş amaçlarının ülkemiz için düşünülen bir Türk Arkeoloji Enstitüsü’ne pek çok yönüyle, aslında temelde, uyarlanamayacağıydı. Çünkü Batı’daki arkeoloji enstitülerinin görevlerini ülkemizde Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü başta olmak üzere, ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğü, TİKA ve Türk Tarih Kurumu üstlenmiştir. Bunlardan ilki her çağdan ve her halktan özdeksel kültürler için yerli ve yabancı bilimcilere kazı ve araştırma izni vermeyi, diğer üç kurumla birlikte çalışmaları desteklemeyi, yayınlamayı amaçlamaktadır; eski eserleri korumak ve onarmak da onların asal görevleri arasındadır. Fakat hizmetler birbirlerinden kopuk biçimde yürütülmekteydi ve de eksik olan özellikle bir ulusal kültür politikasıydı. O ara Kültür Bakanı sayın Ertuğrul Günay ve Genel Müdürlük’teki yetkililerle yaptığım konuşmalardan -hak vererek- bildim ki akademik özerklikteki bir Türk Arkeoloji Enstitüsü’nün varlığı, bu köklü Devlet Kurumu‘nun görev ve yetki alanına “müdahale“ anlamındadır. Bildim ki bu sorun karşılıklı istişareyle aşılmadan, bir yere varılamayacaktır.
Kurulacak enstitünün Batılı enstitüler gibi yurt dışına açılabilme olanağı da vardır aslında. Türk Arkeoloji Enstitüsü, Türk kültürünün kök saldığı yabancı ülkelerde kuracağı istasyonlarıyla etkin bir biçimde kendi öz kültürlerimize yönelik araştırmalar yapabilirdi. Öncelikle de -acıdır ki bıraktığımız boşlukta özellikle Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün tüm gücüyle varolduğu- Asya’daki soydaş ülkelerde bilimsel bir örgütlenmeye gidilebilirdi. Bu bağlamda, Büyük Selçuklu ve Osmanlı mirasının taşıyıcısı olan Asya ve Balkan ülkelerinde kurulacak şubelerle de bu muhteşem başat kültürler kendi bilim insanımızca gerçeğinden saptırılmadan doğrusuyla yerinde araştırılabilir, yayınlanabilirdi.
Bir de; arkeolojinin anabilim dalları yanısıra, sanat tarihi, antropoloji, eski diller ve kültürler ve de tarih gibi alanlarda verilecek geniş çaplı hizmetler kurumun bünyesine yer almalıydı. Mehmet Özdoğan’ın vurguladığı gibi, “bir üniversiteye bağlı olmadığı için Enstitü sözcüğü de yanlıştı“ Bakanlar Kurulu’nun 23.08.2001 tarih ve 2001/2989 sayılı kararı ile açılan ve mütevazı bütçesiyle gerçekleştirdiği bilimsel etkinlikleri takdir toplayan; “Türkiye’de ilk kez ulusal bir arkeoloji enstitüsünün bütün işlevlerini üstlenmiş olma“ çabasındaki “Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü“ bu adı hak etmişti, çünkü bir İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi kuruluşuydu.
Onbir yıl önce bunları yazarken hep ulusal arkeolojimizin varlık nedeni olan ve araştırmalarıyla dünyayla yarışabilen “bilgin“ büyüklerimizi düşündüm. Mustafa Kemal’in deyimiyle, yurtdışından “bir alev gibi geri dönenleri“ ya da Hitler‘in zulmünden kaçarak Eskiçağ bilimlerinin İstanbul ve Ankara’da temellerini atan tanınmış Alman bilginlerin yetiştirdiklerini. Düşündüm ki onlar ülkemizde eskiçağ bilimini geleceğe taşıyacak her konuda muktedir, becerili ve çağdaş insanlardı; güçlerini, bilime ve bilim insanına saygıdan, güvenden almaktaydılar. Bir Türk Arkeoloji Enstitüsü kurmak da onlar için zor olmamalıydı. Neden geri durduklarını işin içine girince farkettim. O görevi Müzeler Genel Müdürlüğü üstlenmişti çünkü. Öğrenciliğim sırasında kazılarda ben de yaşadım ki çalışmalar karşılıklı güven içinde ve sorunsuzca yapılabiliyordu. Belli ki bir Enstitü’nün kurulması, iyi dönen bir çarkı yetki karmaşası içinde bozmak anlamınaydı; bu nedenle de gündemde kalıcı olmamıştı. Öyle sanıyorum ki Bakanlığın ve Genel Müdürlüğün şimdiki girişim üzerine ilgisiz bir görüntü sergileme nedeni de aynıdır. Ve bence de haklı bir davranıştır.
Şimdi hayretler içinde görüyorum ki; Gaziantep’in kendi yereli için sağlama başarısını gösterdiği bu Avrupa Birliği fonu, bölge araştırmaları için kullanılır olmaktan çıkıp, asıl amacı dışında bir Türk Arkeoloji Enstitüsü’ne dönüştürülmek istenir. Çünkü benim de katıldığım ilk Antep toplantısında özellikle üzerinde durulan ve de parasal desteğin asıl amacı o olduğu için ciddi bir itiraz almayan; kentte Üniversite’ye bağlı olarak kurulacak bir Arkeoloji Enstitüsü’nün, ya da başka ad altında özerk bir bilimsel kurum olarak, -arkeoloji bölümlerinin de bulunduğu- komşu illeri de içine alan bölgesel kapsamda yapılacak bilimsel etkinliklere hizmet vermesi ve bunda tüm ülkeye örnek oluşturmasıydı. Sanki -kültür dostu sayın Fatma Şahin’in de bulunduğu bir ortamda- böyle yön verici bir ilk toplantı hiç yapılmamış gibi, sonraki toplantılarda bu konuyu bilen kaç katılımcı tarafından hangi karşı gerekçelerle karara bağlandıysa - ulusal boyutta hedef değiştirerek bir farklı kulvarda yol alma halini anlamakta zorluk çekmekteyim.
Arkeolog Havva İşkan ve Sanat Tarihçi Abdüsselam Uluçam’ın da onaylarını alarak Cumhurbaşkanlığı Makamı‘na gönderdiğim yanıtı; “bir Türk Arkeoloji Enstitüsü kurulmasına yönelik olarak ancak sorunları tanımlayabilmiş olmaktan yana üzgün olduğumu; bu nedenle de yukarıda tanımlanan ve ayrıntıda aslında daha da fazla olan bu karmaşık tablonun irdelenmesi için bireysel ve kurumsal katılımlı bir “istişare heyeti“nin toplanmasının yararlı olacağını düşündüğümü“ bildirerek bitirmiştim.
Açıklamaya çalıştığım koşullar içerisinde bir Türk Arkeoloji Enstitüsü kurulmasının zorluğu görülmüş olacak ki sorunları etraflıca ele alan ve uygulanabilir akılcı bir yol haritası çizmeyi hedefleyen geniş katılımlı bir toplantı düzenleme gereği duyulmamıştı. Ben de zaten aynı nedenle, şûra‘dan uygulanabilir bir sonuç çıkmayacağı tecrübeyle sabit olduğu için, aslında bu önemsediğim oluşumun önderleri durumunda öne çıkan Nevzat Çevik ve ardından sayın Hakan Tanrıöver’in “şûra‘ya katılmama“ yönelik nazik davetlerine teşekkürlerimle olumsuz yaklaştım. Mesleğimizin tek yasal temsilcisi Arkeologlar Derneği’nin aynı doğrultudaki akılcı tavrıyla gurur duyduğumu da, onun bir üyesi ve Antalya Şubesi kurucusu olarak, özellikle belirtmek isterim.
Cumhurbaşkanlığımız onbir yıl önce, bir Türk Arkeoloji Enstitüsü’nün hayata geçirilmesi için, çok istenmesine karşın, belli ki çözülmesi zor sorunları nedeniyle bir “istişare heyeti“ toplamaya bile gerek duymamıştı. Şimdilerde buna “şûra“ olarak gerek duyanlara yanıtım Mehmet Özdoğan arkadaşımın verdiği gibi olsun: “Bir arkeoloji şûra‘sı yapılmak isteniyor, tamam! Arkeolojinin sorunları tartışılacak deniyor, tamam! Çeşitli başlıklar altında toplanmış komisyonlar oluşturulmuş gösteriliyor, tamam! Orada yeni bir yapılanmanın nasıl olması gerektiği tartışılacak deniliyor, o da tamam! Fakat eleştirilere yönelik şu yanıt neyin nesi!!!: ‘Söz konusu bütün konuları içeren bir yasa hazırlanıp üst makamlara sunulmuştur ve bu yasa ilerde ortaya çıktığında yapılan bütün eleştirilere gerek olmadığı görülecektir‘. Peki, yasa tasarısı yapılmış ve Meclis’e verilmişse, yani her şey olmuş bitmişse, o zaman şûra‘ya ne gerek vardı?
“Açıkçası bu şûra denen şey -hem de el parasıyla şatafatlı bir gösteriye dönüştürülerek- neden yapıldı"? Mehmet Özdoğan gibi ben de onu “ hiç anlamadım“…
Fahri Işık
Patara, 28 Haziran 2022