Arkeolojinin sadece akademinin değil herkesin ilgilenmesi gereken sanat olduğunu belirten İlber Ortaylı, iki arkeoloğumuzun bu alandaki eserleri çığır açıcı bir yenilik; Sevgi Sarıkaya’nın Anadolu’da Persler: Daskyleion Satraplığı (Arkeoloji ve Sanat Yayınları) ve Şehrazat Karagöz’ün İngilizce yazdığı Anadolu’daki Yerel Halklar ve Kültürler Üzerindeki Ahamaniş Etkisi (Ege Yayınları) kitapları iftiharla övüneceğimiz monografilerdir" övgüsünde bulundu ve önemli nasihatler verdi.
Prof. Dr. İlber Ortaylı, Hürriyet Gazetesi'ndeki köşesinde 13 Ağustos tarihinde yayınladığı köşe yazsından alıntı:
Sadece akademinin değil herkesin ilgilenmesi gereken sanat: Arkeoloji
Hiç şüphesiz ki Bizans’ın sahip olduğu Küçük Asya, donanım bakımından bilhassa İstanbul, bütün şehirleri geçecek durumdadır. Aynı talih Selçukî Türkiyesi ve ardından Osmanlılar için de söz konusudur. Böyle bir yerde arkeolojinin millî bir sanat olması, arkeolojik kazıların akademik heyetlerin dışında geniş vatandaş kitlesini ilgilendirmesi gerekir. Bu düzeye erişmekte bir hayli sorun yaşıyoruz.
ESKİ çağlar ve orta çağlar tarihinin merkezi Küçük Asya’dır. 11. ve 12. asırlarda atalarımızın bu ülkeye gelişiyle biz buraya Roma İmparatorluğu; Rumî dedik. İtalyanlar ise buraya Türkiye dediler çünkü Küçük Asya’nın baştan başa dağları, köyleri ve şehirlerinin yoğun bir Türk nüfusuyla dolduğu anlaşılıyordu. Evet, ilk defadır ki dağlık bölgelere bile Türkler yerleşiyordu. Hellenistik ve Roma devirlerinde dağ şehirlerinin sayısı çok azdır. Ancak denize çok yakın Likya ve Pisidia gibi yani bugünkü Antalya’nın Batı ve Kuzeybatı bölgelerinde Sagalassos ve Termessos gibi şehirler vardı.
Türkiye’nin Türkler gelmeden evvel son derece zengin bir tarihe sahip olduğu belli; bu artık açık bir şekilde ortada. Roma İmparatorluğu’nun bile en zengin bölge ve şehirleri burada. Bütün İtalya’da Roma vardı, öbür şehirlerin sayısı, hacmi ve nüfusuna göre Küçük Asya; Ephesus ve Antiochia’nın yanında 2. ve 3. derecedeki şehirleriyle bu konudan da çok zengindi. Bugün sadece bir Roma garnizon şehri Galatia’nın merkezi olan Ankara (Ancyra) bile önemli bir antik alandır. Başkentte kazıların yapılması gerekir; yani Ankara’nın Çankırı Caddesi, İsmetpaşa Mahallesi, ta yukarı kaleye kadar kazılara konu olmalıdır. Ortaya çıkacak eserlerle bu görülecektir. Zira Augustus Mabedi’nin yapılması ve kült merkezi olarak gelişmesi için bereketli bir şehir gerekir. Kalemiz Roma’dan evvelki devre aittir, Galatialılar tarafından yapılmıştır. Orta çağlar boyunca zaten Bizans’ın ama asıl önemlisi Selçukluların stratejik bir merkeziydi.
TARİH DOLU TOPRAKLAR
Hiç şüphesiz ki Bizans’ın sahip olduğu Küçük Asya, donanım bakımından bilhassa İstanbul (Konstantiniyye) bütün şehirleri geçecek durumdadır. Aynı talih Selçukî Türkiyesi ve ardından Osmanlılar için de söz konusudur. Böyle bir yerde arkeolojinin millî bir sanat olması, arkeolojik kazıların akademik heyetlerin dışında geniş vatandaş kitlesini ilgilendirmesi gerekir. Bu düzeye erişmekte bir hayli sorun yaşıyoruz.
Türk arkeologlar bu bölgenin sadece Yunan, Roma değil zengin İranlı geçmişiyle de ilgileniyorlar. Mesela iki arkeoloğumuzun bu alandaki eserleri çığır açıcı bir yenilik; Sevgi Sarıkaya’nın Anadolu’da Persler: Daskyleion Satraplığı ve Şehrazat Karagöz’ün İngilizce yazdığı Anadolu’daki Yerel Halklar ve Kültürler Üzerindeki Ahamaniş Etkisi kitapları iftiharla övüneceğimiz monografilerdir. Evet, Ahamanişler devri İranı’nın en zengin eserleri Daskyleion gibi, Behramkale gibi eski satraplık merkezleridir. Bunlar bazı hâlde İran’daki miras ile yaraşılabilecek durumdadır.
HER ŞEY YERİNDE AĞIRDIR
Avrupa müzelerindeki Anadolu’dan ve Yunanistan’dan kaçırılan eserlerin bir bütünlük göstermediği ve bir uygarlığı anlamak bakımından pek bir şey ifade etmediği açıktır. Kısacası Avrupa müzelerindeki antik eserler, toplu temsil yeteneğine sahip değildir. Her şey yerinde ağırdır. Parthenon Mabedi’nin ne olduğu ve klasik Yunan medeniyeti British Museum’da değil Yunanistan’ın kendinde anlaşılır. Yeni yapılan Parthenon müzesinin bir an evvel Britanya’dan gelecek Elgin Mermerleri ile donatılması gerekiyor. Aslında bu keyfiyet Türkiye için de söz konusu olacaktır. Oysa şu anda dahi birtakım eserlerin yağması söz konusu ve ancak yargı yoluyla mücadele veriliyor, iadelerine çalışılıyor.
Türkiye’yi tehdit eden en büyük tehlikelerden biri kaçak kazılardır. Bunlar tarihi malzemeyi tahrip ediyor. Kaçak kazılara karşı ciddi arkeolojik kazılar var ama her şeyden önce vatandaşın uyanıklığı gerekir. Maalesef vatandaşın ilgisizliği sadece Yunan ve Roma eserlerine değil, ön plandaki Osmanlı eserlerine de karşıdır. Yağmalanmayan bir kabristan düşünebilir misiniz? En değerli şahideler (kabir taşları) müzelerde değil, Los Angeles, New York gibi yerlerde ve hatta Türkiye’deki bilinçsiz zenginlerin bahçelerini süslüyor.
Efes kazılarını 19. asırdan beri önce İngiltere ve ardından Avusturya yapıyordu. Avusturya bir ara pes etti, malî kaynak bulamadı, şimdi yeniden başlamış görünüyorlar. En son Efes’te buldukları yamaç evlerinden sonra şimdi bir mahalle daha keşfetmişler (miladın 7. asrı). Bunun ilginç olduğunu düşünüyorum.
Haberlere göre Efes’e girişlerde yabancı turistlere 700 lira ücret kesilecekmiş. Ne yüksek diyorsunuz? Hiç de yüksek değil. Aşağı yukarı 23-24 Euro civarındaki bu fiyatla Avrupa’daki koca bir harabeyi gezmeniz mümkün değil. Bazı yerli turistler, “Biz ne yapacağız?” diyorlar. Siz hiçbir şey yapmayacaksınız. Size 20 seneden beri yeni bir imkân verildi; yıllık müze kartı almak. Bu çok cüzi bir fiyata alınıyor. İstediğiniz müzeye isterseniz 500 kere girebilirsiniz. Böyle şeyleri öğrenmeden protestolarımızı yapmamızda fayda olmadığını belirtmek isterim. Bu, Türk vatandaşlarına verilen kültürel bir imtiyazdır.
Arkeologların Bizans dönemine yönelik kazıları maalesef her zaman iyi gitmiyor. 20. yüzyılın başında hedef daima klasik dönemi araştırmak olduğundan Carl Humann gibi arkeologların yaptığı kazılarda Bizans döneminin kazıları âdeta bir çöp gibi bir köşeye yığılmıştır. Priene bunun canlı bir örneğidir.
ZİYARETÇİ SAYISINI KISITLAYIN
Türkiye’de bazı eserlere çok yoğun turist ziyareti oluyor. Tabii bu sırf Türkiye’nin problemi değil. İtalya müzeleri hatta kiliseler çoktan beri kontenjan uygulamasına geçti. Hele Kapadokya kiliseleri gibi yerlerde milyonlarca insanın nefesi freskleri tahrip ediyor. Bu bilinen bir sorundur. Ayasofya’nın yılda birkaç milyon ziyaretçiyi kaldırması mümkün değildir. Ciddi bir restorasyona ihtiyacı var. Bu restorasyondan önce ağır bir tahribat görmemesi için lütfen ziyaretçi sayısını kısıtlayınız. Müzeler için de aynı şey söz konusudur. Topkapı Sarayı Müzesi en toleranslı rakamla yılda yarım milyondan fazla ziyaretçi kabul edemez.
Limanlarımıza uğrayan gökdelen boyundaki gemilerin ise sadece kirlilik yarattığı bir gerçek. Buradan inenlerin çoğunun geldikleri yer hakkında bir fikirleri yok ve nereye götürüldüklerini de bilmiyorlar. Bunların yarattığı kirlilik Amsterdam ve Barcelona gibi şehirlerde çoktan protestolara sebep oldu. Venedik çoktan bu tip gemilerin gelmesini engelledi. İstanbul limanında apartman boyu gemilerin olmaması bir kazanç sayılır. Nasıl gerçekleşir o hayal!
Türkiye kazılarında sadece Efes’in buluntuları değil, reklam olmadığı için duyulmayan başka yerler var. Kinidos kazılarında İslamî devir katmanı çıktı. Eserler oldukça ilginç; işlenmeyi ve teşhiri bekliyor. İstanbul müzelerine gelen buluntular yılda birkaç bine ulaşıyor. İtalya’dan evvel Türkiye en zengin buluntuların çıkarıldığı yerdir. Bunların envanterlerinin yapılması, işlenmesi ayrı bir meslek. Değerli arkeolog yetiştirme safhasına ve gereğine geçmiş bulunuyoruz.
Bazı iyi örnekler bunu gösteriyor. Muğla Üniversitesi’nde Latince, Yunanca ve Aramca (Süryani dediğimiz grubun dili) dersler veriliyor. Anadolu’nun her yerinde birkaç üniversite de arkeolog yetiştirmeye başladı. Ama bazılarında talebe yoğunluğundan bu dersler iyi yapılamıyor. Bütün eğitimin planlı şekilde düzenlenmesi gerekir.
Köie yazısının özgün halini ve tamamnını okumak için bu linki kullanabilirsiniz.