Göçebe arkeolojisinin yanı sıra Türk kültürü arkeoloji açısından da büyük önem taşıyan Amasya'daki Oluz Höyük kazılarında ortaya çıkan Türkmen mezarları Türklerin Anadolu'daki bilinen en erken biyolojik kanıtlarını oluşturuyor.
Arkeolog Hans Henning von der Osten'ın Alişar Höyük kazısına başlamadan önce 1926-1927 yıllarında, Kızılırmak'ın batısı ile kavsi içinde gerçekleştirdiği yüzey araştırmaları çerçevesinde, Amasya civarında incelemeler yaparken Olas Ovası'nın kenarında ziyaret ettiği büyükçe höyüğün Oluz Höyük olduğu tahmin edilmektedir. Ancak Hans Henning von der Osten adını belirtmediği gibi höyük hakkında başkaca bilgi de vermemektir.
Höyüğün kaşifi 1997-1999 yılları arasında Amasya'daki arkeolojik yüzey araştırmasında görev alan Arkeolog Şevket Dönmez'dir.
2007 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün izni ile Şevket Dönmez başkanlığında arkeoloji kazılarına başlanan Oluz Höyük'te o tarihten itibarenbirbirinden şaşırtıcı arkeolojik bulgular ortaya çıkarıldı.
Geçtiğimiz yıl; 2.500 Yıllık Pers sarayına apadana denilen sütunlu kabul salonu ile taht salonunun yanı sıra bir Hitit Boğa figürü bulunan Oluz Höyük buluntuları, Hititlerin kayıp Şanovhitta kentinin keşfinin de yakın olduğunu tahmin ettiriyor.
Yine geçtiğimiz yıl, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şevket Dönmez, kazılarda buldukları ergitilmiş kurşun parçalarının kurşun dökme geleneğinin Anadolu’daki ilk örnekleri olduğunu açıklamıştı.
İki sene önce ise Oluz Höyük'te Zerdüştlüğün tarihi yeniden yazdırabilecek önemde 2.500 yıllık buluntular ortaya çıkarılmıştı. Tarihi bulgulara dayanarak bugüne dek İran kökenli olduğuna inanılan Zerdüşt dininin belki de Anadolu kökenli olabileceğini gösteren bulgular, İran'daki Zerdüşt Tapınalarından daha eskiydi.
Oluz Höyük daha önceki yıllarda ise Türk Tarihinin gizemlerini aydınlatacak bulgular ortaya çıkarmıştı. Bu önemli bulguları katıldığı hemen her konferans ve kaleme aldığı pek çok makalede dile getiren Prof. Dr. Şevket Dönmez, 17 Aralık 2017 tarihinde Grand Pera'da Bağımsız Sanat Vakfı tarafından organize edilen Anadolu Selçuklu Mirası ve Güncel İmgeler konulu sempozyumda dile getirmişti.
Kurgandan Kıbleye: Anadolu'nun İlk Türklerinin İzleri, Oluz Höyük Konar-Göçer Türkmen Mezarlığı
Moderatörlüğünü Prof. Dr. Hamza Gündoğdu'nun üstlendiği sempozyumun ilk oturumunda konuşan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Şevket Dönmez, "Kurgandan Kıbleye: Anadolu'nun İlk Türklerinin İzleri, Oluz Höyük Konar-Göçer Türkmen (Oğuz) Mezarlığı" başlıklı konuşmasında alandaki kazılarda Anadolu'daki Türk varlığına dair bulguları şöyle özetlemişti:
Amasya kent merkezinin 25 km güneybatısındaki Oluz Höyük'te açığa çıkartılan basit toprak mezarlarda kullanılmış taş, ahşap ve özellikle kiremitlerin varlığı yalnızca Oluz Höyük için değil aynı zamanda Anadolu arkeolojisi için de farklı bir durumu ortaya koymaktadır. Oluz Höyük ıssızlaştıktan yaklaşık 1000 yıl sonra 10. ya da 11. yüzyıllarda oluşmaya başlayan mezarlığın sahiplerinin höyükte yaşamadığı, söz konusu yüzyıllara ait herhangi bir mimari kalıntı ya da taşınabilir bulgu ele geçmiş olmaması nedeniyle anlaşılmaktadır.
Anadolu topraklarında 1000 yılı aşkın bir süredir yüzbinlerce belki de çok daha fazla göçebe Türk yaşamış ve ölmüştür. Sürekli hareket halindeki bu insanlar ölülerini nereye gömüyorlardı, mezarlıklarını nerede oluşturuyorlardı?
10. ve 11. yüzyıllarda Anadolu'ya gelmiş öncü bir Türk aşiretinin mezarlığı
Tüm bu soruların yanıtları hiç şüphe yok ki göçebelerin faaliyet gösterdikleri coğrafyaların bütününde gizlidir. Büyük olasılıkla cenazelerin defni için güzergahları üzerindeki sahibi olmayan, tarım yapılmayan ve hafızada kalıcı özellikleri bulunan yerleri seçiyorlardı. Elde edilen antropolojik ve arkeolojik bulgular. Oluz Höyük mezarlığının 10. ve 11. yüzyıllarda Anadolu'ya gelmiş öncü bir Türk aşireti tarafından mezarlık alanı olarak seçilmiş ve kullanılmış olduğuna kesin olarak işaret etmektedir.
Mezarlarda basit bir çukur kazılmakla kalınmamış; İslami gömü geleneğinde kullanılan ahşabın yanı sıra, mezar mimarisi oluşturmak için Geç Roma - Erken Bizans dönemlerine ait kiremitler ile plaka taşlardan da yararlanılmıştır. Göçebe toplumların yerleşikler gîbi her malzemeye istedikleri anda sahip olabilme olasılığı çok düşüktür. Malzemelerin varlığı mevsim, mekan ve çevre şartları gibi dinamiklerle ilişkilidir. Oluz Höyük mezarlığında ahşap, kiremit ve taş gibi malzemelerin bir arada olmayacak şekilde kullanılmasının temelinde, göçebelerin yaşamış olduğu malzeme zafiyetinin bulunabileceği düşünülebilir. Oluz Höyük Ortaçağ Mezarlığı, Anadolu topraklarının Erken Türk tarihi ile ilgili sakladığı önemli sırları öğrenmemizi sağlayan çok önemli bir arkeolojik keşiftir. Bu keşfin en çarpıcı yönü, Türklerin Anadolu'daki bilinen en erken biyolojik kanıtlarına bir Türk ekibin çalıştığı çok önemli bir alanda sahip olmamızdır.
İslamiyet Öncesi ölü gömme geleneği olan kurgan mezarların İslamiyet'e geçiş dönemindeki izleri
Oluz Höyük mezarlığının Türk kültürü arkeolojisindeki diğer bir önemi ise, Oğuz Türklerinin İslamiyet Öncesi ölü gömme geleneği olan kurgan mezarların İslamiyet'e geçiş dönemindeki izlerini saklıyor olmasıdır.
Türkler, Avrasya ve Orta Asya'nın atlı göçebe halklarının en büyük grubunu oluşturur. Türk halklarının en bilineni bugünkü Türkiye Türklerinin atasını oluşturan Oğuzlar, tarih sahnesinde ilk defa Hazar Denizinin doğusundaki geniş coğrafyada, Amu Derya (Ceyhun) ve Sir Derya (Seyhun) nehirlerinin havzalarında, Maveraünnehir de denen topraklarda görülürler. Bugünkü bilgilerimiz ışığında Oğuz adı ilk defa Yenisey Yazıtları'nda anılmaktadır (Orkun, 1940, s. 61). Bu bilgi Oğuz halkının varlığının temelindeki en erken bulgu durumundadır. MS 6-7. yüzyıllara tarihlenen Yenisey Yazıtları, Oğuzların MS 9-11. yüzyıllardaki yurtları olan Amu Derya ve Sir Derya havzalarının kuzeydoğusunda, güneybatı Sibirya'da (bugünkü Rusya Federasyonu'nun Hakasya, Tuva ve Altay özerk bölgeleri) yer almaktadır. Yenisey Nehri kıyısına dikilmiş olmaları nedeniyle, Oğuzların söz konusu yazıtlara ve nehre yakın bir konumda MS 6-7. yüzyıllarda faaliyet göstermiş oldukları anlaşılmaktadır. Yazıtlardakİ "Altı Oğuz budununda..." söylemi, Oğuzların söz konusu tarihlerde en az 6 boy halinde organize olduklarına işaret etmektedir. Bununla birlikte, Antik Batı kaynaklarında yer alan bazı tarihsel coğrafya aktarımları, filolojik olarak MS 6-7. yüzyıllardan daha erkene taşıyamadığımız Oğuz Türklerinin varlıklarına ait olabilecek bazı bulguları içeriyor olabilir. Oğuzların MS 6-7. yüzyıllardan önceki varlıkları ile ilgili gündeme getirilmesi gereken en önemli husus, Amu Derya Nehri'nin Eski Yunanca ismidir. Antik Batı kaynaklarında Çhcus olarak anılan AmuDerya, eski Yunan tarih ve coğrafyacılarının ilgi alanına Büyük İskender'in Asya Seferi (MÖ 334) ile girmiş olmalıdır (Strabon, Ge-ogmphika 2.1, 11.6; Polybim 10-48; Plutarchus, Ahxander 57; Piinius, Natumlis Historia 6.18). Oxus adının Oguz/Oğuz ismi ile olan çok yakın benzerliği, yani nehrin Yunanca ismi ile aynı coğrafyada yaşayan halkın adını çağrıştırması tesadüfle açıklananı ayacak kadar gerçektir. Bu bağlamda Oguz/Oğuz isminin tarihte geçtiği ilk kelime olan Oxus, Proto-Oğuzların ya da Oğuzların antik dönemdeki atalarının varlıklarına ait filolojik bir kanıt olarak çok değerlidir.
Oğuzların neden batıya doğru hareketlendiği hâlâ büyük bilmece
MS 9-11. yüzyıllarda Hazar Denizinin doğusundaki geniş topraklarda çoğunlukla büyük hayvan sürülerine sahip olan ve göçebe olarak yaşayan Oğuzların neden batıya doğru hareketlenmeye başladıkları ve özellikle İran üzerinden Anadolu'yu niçin hedeflemiş bulundukları bugün hala yanıtı tam olarak bilinmeyen soruların başında gelmektedir. Türk topluluklarının Anadolu'ya girişlerinin kesin tarihi bilinmemekle birlikte, tarihsel, kültürel ve sosyal boyutlarıyla 11. yüzyıldan itibaren bir Türk etkisinin hissedilmeye başlandığı söylenebilir. Tarihsel, kültürel ve sosyal boyutlara somut katkı yaparak anlamlandıracak ve görselleştirecek arkeolojik boyut ise bu güne değin fark edilmemiş, önemsenmemiş, Anadolu'ya gelen ve Oğuz (11. yüzyıldan sonra Türkmen) oldukları düşünülen öncü Türkler'in çok büyük kısmının yerleşik olmadığı düşüncesi temelinde tatmin edici ölçüde aranmamıştır.
Oğuzların Amu Derya ve Sir Derya havzalarından Anadolu'ya ulaşan göç hareketi sürecinin 9. yüzyılda başlayıp yoğun bir şekilde 12. yüzyıl başlarına değin devam ettiği bilinmektedir. Bu süreçte, öncü Türklerin yerleşik geleneğe sahip olanlarından bir kısmı güzergâh üzerindeki köy, kasaba ve şehirlerin yakınlarına yerleşmişler ya da tarım yapmak amacıyla yeni yerleşim birimleri kurmuşlardır. Göçebe geleneğe sahip olanlar ise sosyo-ekonomik yaşam tarzlarının gereği olarak ilerlemeye devam etmişler, uygun kışlak ve yaylaklar bulmak amacıyla Anadolu'nun özellikle kuzey yarısına dağılmaya başlamışlardır. Öncü Türklerin göçebelikleri, amaçsız bir gezginlik temelinde değil, at, deve, koyun, keçi ve sığırlardan oluşan sürülerine taze ot ve su içeren topraklar bulmak amacıyla gerçekleşmiştir. Çoban göçebeler de diyebileceğimiz, yaşamları kışlak ve yaylaklar arasında düzenli gel iş-gidişlerden oluşan öncü göçebe Türklerin, yeni topraklar edinmek ve çok bilmedikleri bir coğrafyada hayatta kalmak adına gerçekleştirdikleri eylemler sonucunda, Anadolu'nun Müslüman olmayan yerleşikleri tarafından savaşçı bir kimlikle algılanmış oldukları anlaşılmaktadır. Sosyo-ekonomik düzenleri hayvancılığa, denk gelirse de yağma ve ganimete dayalı öncü Türklerin uygun kışlak-yaylaklar bulmak ve gerektiğinde Bizans dönemi yerleşikleri ile mücadele etmek amacıyla 10. yüzyılın sonlarından ya da 11. yüzyılın başlarından itibaren Doğu Anadolu'dan Orta Karadeniz Bölgesi'ne değin uzanan geniş coğrafyada belirmeye başlamış olmaları, Malazgirt Savaşı ve 1071 tarihinin Anadolu'nun Türkleşmesinin artık yalnızca bir sembolü olabileceğine işaret etmektedir.
Öncü göçebe Türk toplulukları hakkında bugüne değin bildiklerimizin bilmediklerimizden çok daha az olduğu kesindir. Yazılı kaynaklardan sağlanan veriler göç güzergahları, savaşları ve yaşamlarını geçirdikleri alanların tarihi coğrafyası konularında önemli bilgilere ulaşılmasına yardımcı olmaktadır. Buna karşın söz konusu yazılı kaynaklar sosyal tarih ve kültür öğelerinin algılanması konularında beklentilerin çok altında bilgiler sunmaktadır.
Arkeoloji bilimi en başından beri yerleşik toplumlar üzerine kurgulanmış ve geliştirilmiştir
Bu durum maddi kültürü belirleyici kalıntı ve buluntular temelinde arkeolojik bulguların yetersizliği ile doğru orantılıdır. Arkeoloji bilimi en başından beri yerleşik toplumlar üzerine kurgulanmış ve geliştirilmiştir. Bu süreçte göçebe toplumlarla ilgili araştırmalar gerçek anlamda ancak 1970'li yıllardan sonra belli bir oranda başlamış ve ilgi görmüştür.
Yerleşiklerin ürettiği değerler olan kalıcı mimari, çanak-çömlek ve eşya kalıntıları ile ölü gömme geleneklerini izleyebildiğimiz mezar kalıntıları arkeologların gözünde kültürleri doğru anlamak ve değerlendirmek için kullanılan araçlardır. Göçebe arkeolojisiyle uğraşan bilim insanlarının karşı karşıya kaldığı temel sorunlar, arkeolojik olarak saptanamayan bulgularla doğrudan orantılıdır. Zira göçebe toplulukların sürekli yerleşim yerleri ve buna bağlı olarak kalıcı mimari yapıları yoktur.
Kalıcı olmayan ve neredeyse her öğesi ahşap, dokuma ve deri gibi organik yapı malzemelerinden oluşturulan geçici kamp yerleri, tarihsel süreç içinde doğa ve insan tahribatlanyla ya yok olmuştur ya da çok küçük oranlarda günümüze ulaşmıştır. Günlük yaşamda kul landıkları araç-gereçler de doğada kolayca yok olan hayvan derisi ve ahşap gibi madde lerden üretilmiştir. Bu bağlamda göçebelerle ilgili arkeolojik bulgular çok büyük oranda ölü gömme faaliyetlerinin gerçekleştirilmiş
olduğu mezarlıklardan gelmektedir. Başka bir deyişle, göçebe toplulukların mezarlıkları arkeologlar için araştırdıkları toplumu tanımanın neredeyse tek alanıdır.
Amasya kent merkezinin 25 km güneybatısında, Çekerek Irmağı'nın 2 km kuzeyinde ve verimli Geldingen Ovası'nın batı kenarındaki Oluz Höyük'te Hellenistik ve Akhaimenid dönemi kültür katlarını tahrip ederek yapılmış gömülerin, İslami geleneklerle defnedilmiş bireylerin oluşturduğu bir mezarlık alanı olduğu anlaşılmıştır. Hellenistik ve Akhaimenid (Pers) dönemleri kültür katlarını tahrip ederek yapılmış gömü faaliyetleri sonucu henüz sınırları ve kesin birey sayısı belirlenememiş olan mezarlık iki seviyeden oluşmaktadır, ilk seviyeye bebek ve çocuk, ikinci seviyeye ise yetişkin bireyler gömülmüştür. Basit çukurlara gömülmüş bireyler baş batıda, ayaklar doğuda olmak üzere elleri göbek hizasında birbirine bağlanmış ya da vücuda koşut uzatılmış biçimde gömülmüşlerdir. Yüzler ise daima güneye yani kıbleye bakmaktadır.
Basit toprağa gömülmüş olsalar da mezarlarda kullanılan taş, ahşap ve özellikle kiremitlerin varlığı yalnızca Oluz Höyük için değil, aynı zamanda Anadolu arkeolojisi için de farklı bir durumu ortaya koymaktadır. Kiremit kullanımı yalnızca üç mezarda görülmektedir. Her birinde farklı şekillerde mezarların üstünü kapatan kiremitler ilk değerlendirmelere göre Geç Roma-Erken Bizans dönemlerine tarihlenebilirler. Sağlam olanları sayıca az olan kiremitlerin bugüne değin Oluz Höyük Hellenistik ve Pers mimari tabakalarında bulunanlarla benzerlikler göstermemesi, bunların mezarlığa Oluz Höyük dışından taşınmış olduklarına işaret etmektedir. Cenaze sahipleri, bu kiremitleri yakın mesafedeki bir Geç Roma-Erken Bizans mezarlığından ya da ıssızlaşmış bir yerleşmenin yıkıntıları içinden alarak getirmiş olmalıdır. Oluz Höyük dışından taşınmış ve mezarlarda kullanılmış Geç Roma Dönemi kiremitleri, mezarlık sahiplerinin yakın çevreyi iyi tanıyan, buna karşın ellerinde hazır malzemesi bulunmayan yani göçebe insan lar olduğuna işaret etmektedir.
Oluz Höyük mezarlığındaki kiremit kullanımı
Oluz Höyük mezarlığındaki kiremit kullanımı İslami olmayan mezarlarınkinden çok farklıdır. Bunlar bazen çukurun tabanından ağzına kadar eğimli bir yüzey oluşturması için kullanılmış bazen de mezarların üzeri düzenli ya da düzensiz olarak kiremitlerle kaplanmıştır.
Dikkat çekici bir diğer mezarda düzgünce işlenmiş plaka taşlar yer almaktadır. Kiremitler gibi yakın çevreden taşınmış izlenimi veren plaka taşlarla kaplanmış mezar, Oluz Höyük mezarlığında bir gelenekten daha çok, birbirinden farklı malzemelerin gelişigüzel bir biçimde kullanılmış olduğuna işaret etmesi açısından önemlidir. Mezarların çatı kiremitleri, taşlar ve ahşaplarla farklı biçimlerde oluşturulmuş olması, sahiplerinin malzeme zafiyeti yaşayan İnsanlar olduğunu göstermiştir.
Höyüğe adını veren Oluz köyünde yaşayan Türkmenler
Oluz Höyük ıssızlaşrıktan yaklaşık 1000 yıl sonra 10. ya da 11. yüzyıllarda oluşmaya başlayan mezarlığın sahiplerinin höyükte yaşamadığı, söz konusu yüzyıllara ait herhangi bir mimari kalıntı ya da taşınabilir bulgu ele geçmemiş olması nedeniyle anlaşılmaktadır. Bu arkeolojik gerçeklik mezarlığın sahibi olan insanların kim olduğu, nerede yaşamış ve nereden gelmiş oldukları sorularını da gündeme getirmektedir. Tarihi kökenleri olan modern yerleşmelerle Oluz Höyükun konumları dikkate alındığında höyüğe en yakın konumda iki köy bulunmaktadır. Bunlardan biri höyüğe adını vermiş olan Oluz köyü olup, yerleşmenin 5 km batısında yer almaktadır. Osmanlı Dönemi kayıtlarından varlığını Ulus ve Oluşisimleri ile 16. yüzyıla değin izleyebildiğimiz Oluz Köyünün var olduğundan beri kullandığı bir mezarlığı mevcuttur. Hatta söz konusu bu mezarlıkta yer kalmaması nedeniyle Oluz Köyü ikinci bir mezarlık kullanmaya başlamıştır. Ayrıca, 5 km'lik bir mesafeyi göze alarak Oluz Köyü sakinlerinin tarihsel süreç içinde Oluz Höyük'ü mezarlık olarak kullanmış olma olasılığı pratik açıdan çok zor gözükmektedir. Oluz Höyük'e yakın diğer bir yerleşim birimi ise Gözlek Köyü'dür. Oluz Höyükun kuş ucumu 2.5 km güneydoğusunda bulunan Gözlek Köyünün Oluz Köyüne göre daha yeni bir yerleşme olduğu köy sakinlerinden alman bilgiler sonucunda anlaşılmıştır. Bu bağlamda, civardaki köylerin Oluz Höyük'ü bir mezarlık alanı olarak kullanmış olma ihtimalleri bulunmamaktadır.
Kazı çalışmaları sırasında yöre sakinleri ile yapılan görüşmeler sonucunda Oluz Höyük'ün yakın çevresinin 1900'lü yılların İlk çeyreğinde bir bataklık alanı olduğu anlaşılmıştır. Bataklık, Gökböyük Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğünün batı-doğu doğrultusunda kilometrelerce uzanan iki drenaj kanalı açmasıyla kurtulmuş ve tarıma uygun bir duruma getirilmiştir. Bu nedenle, şimdiki ova yüzeyinde Oluz Höyük'ü mezarlık olarak kullanabilecek eski bir yerleşme olma ihtimali neredeyse bulunmamaktadır.
Öncü Türkler neden Oluz Höyük'ü mezarlık olarak seçmiş olabilir?
Anadolu topraklarında 1000 yılı aşkın bir süredir yüzbinlerce belki de çok daha fazla göçebe Türk yaşamış ve ölmüştür. Sürekli hareket halindeki bu insanlar ölülerini nereye gömüyor, mezarlıklarını nerede oluşturuyordu? Tüm bu soruların yanıtlan hiç şüphe yok ki göçebelerin faaliyet gösterdikleri coğrafyaların bütününde gizlidir. Büyük olasılıkla cenazelerin defni için güzergahları üzerindeki sahibi olmayan, tarım yapılmayan ve hafızada kalıcı özellikleri bulunan yerleri seçiyorlardı. Konaklama yerlerine en yakın konumdaki köy ya da kasabaların mezarlıkları gömü için tercih edilebilecek yerlerin başında geliyor olmalıydı. Göçebeler için bu aşamadaki te-
mel sorun, yerleşiklerin çoğu kez bu talepleri olumsuz karşılamaları olmuştur. Bu durumda göçebelerin yerleşikler tarafından kullanılmayan ya da onların onayı alınarak seçilen çorak arazileri kullanmış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Oluz Höyük, bu nedenle, kendisini çevreleyen ve yaylak kullanımına uygun Buzluk, Karadağ, Kırlar, Çakır ve Sarıtaş dağlarının arasında belirgin ve akılda kalıcı bir nokta özelliğine sahiptir.
Oluz Höyük'ün göçebe Türkler tarafından mezarlık alanı olarak tercih edilmesinin diğer bir nedeni, söz konusu dönemde yanı başında olduğu düşünülen su kaynağıdır. Höyüğün doğusunda gerçekleştirilen arkeojeofizik çalışmalar, günümüzde verimli bir ova görünümündeki arazinin en azından Hitit Dönemi'nden (MÖ 1500) itibaren bir göl olduğunu kanıtlamıştır. MÖ 425'de Persler'in Oluz Höyük'te bir malikane inşa etmesinin nedeni de söz konusu göldür. Çeşitli kuş türlerinin yaşadığı bir göl ve yakınındaki av ortamları Persler için daima çekici unsurlar olmuştur. Bu nedenle Oluz Höyük'ün, Eskiçağ'da paradeisos denilen parkların alt yapısı için çok uygun bir ekosisteme sahip olduğu düşünülebilir, islam dininin geleneklerine göre ölünün defnedilmeden önce yıkanması gerekmektedir. Göçebelerin ölülerini akarsu ya da göl kenarlarında, büyük olasılıkla, ahşaptan ya da kamışlardan hazırlanmış geniş tablalar üze rinde yıkadıkları düşünülebilir. Bu durumda, yanı başında su bulunan Oluz Höyük cenaze sahiplerine ölüyü yıkamada büyük bir kolaylık sağlıyordu.
Göçebe Türk toplulukları için mezarlıklar oldukça önemlidir. Temiz tutulması gereken mezarlıklara yabancıların ayak basması ise hoş karşılanmazdı. Mezarlıkların belirli ve düzenli aralıklarla ziyaret edilebilmesi için ulaşımı kolay, buna karşın ıssız yerlerde olmasını tercih ederlerdi. Bu özellikler de Oluz Höyük seçiminde etkin olmuş gibi görün mektedir.
Elde edilen antropolojik ve arkeolojik bulgular, Oluz Höyük mezarlığının 10. ve 11. yüzyıllarda Anadolu'ya gelmiş öncü bir Türk aşireti tarafından mezarlık alanı olarak seçilmiş ve kullanılmış olduğuna kesin olarak işaret etmektedir. Mezarlarda basit bir çukur kazılmakla kalınmamış, İslami gömü geleneğinde kullanılan ahşabın yanı sıra, mezar mimarisi oluşturmak için Geç Roma - Erken Bizans dönemlerine ait kiremitler ile plaka taşlardan da yararlanılmıştır. Göçebe toplumların yerleşikler gibi her malzemeye istedikleri anda sahip olabilmeleri olasılığı çok dü şüktür. Malzemelerin varlığı mevsim, mekan ve çevre şartları gibi dinamiklerle ilişkilidir. Oluz Höyük mezarlığında, ahşap, kiremit ve taş gibi malzemelerin bir arada olmayacak şe kilde kullandmasının temelinde göçebelerin yaşamış olduğu malzeme zafiyetinin bulunabileceği düşünülebilir.
Anadolu'ya gelen öncü Türkler Müslüman'dı. Buna karşın, göçebelerin İslam dininden yerleşikler kadar derin etkilenmemiş oldukları bilinmektedir. Göçebeler, doğanın ağır şartlarıyla güçleşen yaşamlarındaki zaman sıkıntısı ve bazı zorlukları, geleneklerinin Müslümanlıkla uyuşmayan kurallarına islami motifler ekleyerek ve melez kültür öğeleri oluşturarak aşmıştır.
Mezarlığın kesin tarihini öğrenebilmek ama-cıyla 2013 yılında kazının antropoloji uzmanı Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal tarafından iki iskeletin yaş tayini için Tokyo Üniversitesi'nde yaptırılan C14 analizleri, söz konusu bireylerin 1020-1077 tarihleri arasında ölmüş olduklarını kanıtlamıştır. Ortaya çıkan 1020-1077 tarihleri, mezarlığı oluşturan toplumun Amasya bölgesindeki kronolojisini ve tarihsel hikayesini saptamamız açısından son derece önemlidir. Bu bağlamda Oluz Höyük'ü mezarlık olarak seçmiş bir göçebe grubun, 1020 yılı civarında yaşanırken en azından 100-150 yıldır Amasya bölgesinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Oluz Höyük Oğuz göçlerinin 11. yüzyıl değil, 10. yüzyılda başlamış olduğunu kanıtlıyor
Anadolu'da 11. yüzyıldan itibaren hızlı bir şekilde gelişen öncü Türk (Oğuz/Türkmen) akınlarının varlığı Ortaçağ tarihsel kaynaklarından iyi bir şekilde bilinmektedir. İlerleyensüreçte söz konusu akınların Anadolu'yu fetih hareketine dönüşmesi ise kültürel ve siyasi değişikliklere yol açmıştır. Oluz Höyük bulgularının Türk arkeolojisi ve tarihine yaptığı en önemli katkı, Oğuz göçlerinin 11. yüzyıl değil, 10. yüzyılda başlamış olduğunu kanıtlamasıdır. Buna ek olarak, Anadolu bütününde ilk defa Türk varlığı, arkeolojik ve tarihi kaynakların birlikte değerlendirilmesi ile bilimsel açıdan belgelendirilmiş ve 10. yüzyıl gibi erken bir tarihe taşınabilmiştir. Bu bağlamda Kuzey-Orta Anadolu'da öncü Türk grupların 10. yüzyılın başlarından itibaren dağınık da olsa görünmeye başladığı kanıtlanmıştır.
Avrasya ve Orta Asya en erken dönemlerden itibaren göçebe ve savaşçı halklar için bir yaşam alanı olmuştur. Bugünkü Slav, Pers,Türk ve Moğol halklarının Avrasya-Orta Asya coğrafyasından kök aldıkları bilinmektedir.
Erken kurgan kültürünün söz konusu halk gruplarından hangisine ait olduğu konusu bugünkü bilgiler ışığında çözüme kavuşabilecek bir konu değildir. Çıkış noktasını bir halk grubuna bağlayamadığımız kurganlarla ilgili tarihsel kaynaklar, bu dikkat çekici ölü gömme geleneğini yaşatan halklar içinde Türkleri daima öne çıkarmaktadır. Türk ırkının kurgan kültürü ile bağlantıları ancak kimliklendiril miş bulgulardan yola çıkılarak yapılabilir. Bu konuda Herodotos (MÖ 484-425) ve İbn-i Fadlan (MS 10. yüzyıl) eşsiz değerde bilgiler aktarmıştır.
Herodotos'un anlatımlarından Demir Çağı'nda Avrasya ve Orta Asya'da Iskitler'in yaşadıklarını biliyoruz. Iskitya adı verilen bu coğrafyadaki kurgan kazılarında savaşçıların yanı sıra, kurban edilmiş eşler, hizmetçiler ve atlar, cenazenin taşındığı arabalar ile çoğu altından çok değerli takı ve aksesuarlar bulunmuştur. Bu durum Iskitlerin kurgan kültürünü yaşatmış ve hatta geliştirerek sürdürmüş olan bir halk olduğunu göstermektedir. Romalı ve Bizanslı yazarlar sonraki dönemlerde Iskitya coğrafyasında yaşayan tüm halkları İskit olarak adlandırmış, Hazar Denizi havzasında yaşayan Türkler de İskit olarak anılmışlardır.
MS 920-924 yıllarında Hazar Gölü havzasına seyahat eden İbn-i Fadlan, henüz İslamiyet'e geçmemiş Oğuzların cenaze törenleri hakkında çok değerli bilgiler vermiştir. İbn-i Fadlan, Oğuzlardan biri öldüğünde ev gibi büyük bir çukur kazıldığım, üzerinin tavanla örtüldüğünü, mezarın üstüne çamurdan kubbe biçiminde tümsek yapıldığını, cenazenin çukura elinde ahşap bir kadeh ile oturur biçimde yerleştirildiğini, elbisesi, kuşağı, yayı ve tüm şahsi eşyaları ile konulduğunu aktarır. Çamur tümsek yapıldıktan sonra ölünün hayvanlarından bazılarının kurban edildiğini, bunların başlarının, ayaklarının ve derilerinin kesilmiş ağaçlara asılarak mezarın başına yerleştirildiğini, eğer ölen kimse sağlığında düşman öldürmüş ise bunların sayısı kadar ağaçtan suretler yontulduğunu ve mezarın başına dikildiğini bildirir. Oğuzların Anadolu'ya göç etmesinden kısa bir süre önce gerçekleşen ve bir kurganı tanımlayan bu gözlemler, Türklerin kurgan kültürünün son temsilcisi olduğunu kanıtlamaktadır. Bütün bu bilgiler değerlendirildiğinde tarihsel kayıtlarda kurgan kültürü ile aktarım yapan iki önemli yazar olduğu anlaşılmaktadır; İskit soylularının cenaze törenleri ve mezarlarını anlatan Herodotos ile Oğuz kurganlarını tarif eden îbni-Fadlan. Her ikisi de Türk kökenli olmayan bu iki tarihsel şahsiyet ne büyük tesadüftür ki aynı coğrafyada yaklaşık 1300 yıl arayla kurgan yapımına ve kullanımına şahit olmuşlardır.
Kurganlar göçebe arkeolojisinin en büyük çalışma alanıdır
Oluz Höyük'te 2010'da açığa çıkmaya başlayan Ortaçağ Mezarlığı, Anadolu topraklarının Erken Türk tarihi ile ilgili sakladığı önemli sırları öğrenmemizi sağlayan çok önemli bir arkeolojik keşiftir. Bu keşfin en çarpıcı yönü, Türklerin Anadolu'daki bilinen en erken biyolojik kanıtlarına artık sahip olmamızdır. Oluz Höyük mezarlığının Türk kültürü arkeolojisindeki diğer bir önemi ise, Oğuz Türklerinin İslamiyet öncesi ölü gömme geleneği olan kurgan mezarların islamiyet'e geçiş dönemindeki izlerini saklıyor olmasıdır. Kurgan denilen mezar tepecikleri göçebe arkeolojisinin en büyük çalışma alanıdır. Toprak yüzeyi altına açılan, büyüklüğü bireyin önemine ve toplumun ölü gömme geleneklerine göre değişen, bir çukura çoğun lukla birtakım eşyalarla gömülen şahsın üzerine çeşitli boyutlarda toprak, taş ya da hem toprak hem de taş yığılmasıyla oluşturulan kurgan, siluet görünüm açısından göçebelerin çadırından başka bir şey değildir.
Oluz Höyük'te kurgan geleneği taşıyan iki mezar ön plana çıkmaktadır. Bunlardan biri SK 92 numaralı kiremitli mezardır. Akhaimenid Dönemi'ne ait 2B Mimari Tabakası taş döşemeli girişinin yukarıdankazı yapılarak tahrip edilmesi sonucu açılan çukur, kazı sırasında boşa çıkan döşemenin taşlarıyla düzgün biçimde çevrilmiş, 50-55 yaşlarındaki kadın cesedi çukura konulduktan sonra ayaklarının üzerine iri bir çatı kiremidi yerleştirilmiştir.
Daha sonra çapraz yerleştirilen tahtalarla örtülen cesedin üzerine toprak konulduktan sonra yerleşim dışından taşındığı anlaşılan çoğu parça halindeki Geç Roma-Erken Bizans dönemine ait çatı kiremitleri çukurun yanı sıra çevresini de kaplayacak biçimde yaygın olarak yerleştirilmiştir
Kiremitlerin mezar çukuru boyutunu aşacak şekilde genişlikte yayılarak yerleştirilmiş olması, mezarınüzerinin küçük ve dar bir toprak yığını yerine oldukça geniş ve yuvarlak planlı bir tümsek ile kapatılmış olduğuna işaret etmektedir. Gerek mezar çukurunun üzerinin ahşap malzeme
dışında tekrar kapatılması gerekse de mezarı örtmek için büyük bir tümsek oluşturulması mezarın yozlaşmış da olsa kurgan kültüründen izler taşıdığını göstermektedir.
Kurgan kültürü ile ilgili diğer mezarda 6 yaşındaki bir kız çocuğuna ait iskelet ile buluntuları açığa çıkarılmıştır. SK66 olarak kodlanan iskeletin kulak hizasında tunç küpeler, göğüs kısmının sağ tarafında ise tunç fibula (çengelli iğne) ele geçmiştir. Sol kulak küpesi basit bir halka şeklindedir. Sağ kulak küpesi diğerine benzer bir halkaya takılmış muska biçiminde, alt kısmında sarkaçları olan, ortası delik ve içi boş bir gövdeden oluşmaktadır. Döküm tekniğinde oluşturulmuş muska biçimli gövdenin yüzeyinde arabesk esintili yuvarlak hadi motiflerle oluşturulmuş bezemeler vardır. Henri de Couliboeuf de Blocqucvillc'nin 1860 yılında Harezm bölgesinde yaşayan Teke Türkmenleri'nin aile hayatı ve gelenekleri hakkında önemli bilgiler verdiği seyahatnamede çizimini yayınladığı 19. yüzyıl gümüş Türkmen küpesi ile Oluz Höyük 11. yüzyıl tunç küpesi arasındaki çarpıcı benzerlik, Oluz Höyük mezarlığının, İslamiyet'e geçtikten sonra Türkmen olarak anılmış Oğuzlara aidiyetini şüpheye yer vermeyecek biçimde kanıtlamaktadır. Buna ilave olarak St. Petersburg Sovyet Halkları Etnografya Müzesi Türkmenistan Seksiyonu'ndaki 19. yüzyıl sonlarına tarihlenen muska biçimli küpeler, Oluz Höyük küpe geleneğinin Türkmenistan'daki etnografik varlığını kanıtlamaktadır. İlk araştırmalar sonucu Anadolu'da benzeri saptanamayan küpenin genel görünümü islam sanatı geleneklerinde üretilmiş bir takı izlenimi vermektedir. Fibulanın yüzeyinde yünden oluşturulmuş ipliklerle düz teknikte dokunmuş bir kumaş parçasının kalıntıları sapasağlam durmaktadır. Halk arasında Amerikan bezi olarak bilinen bu kumaş türünün Anadolu'daki varlığının yüzlerce yıl Öncesine kadar uzanmakta olduğunun Oluz Höyük'te belgelenmesi, bu tanımlamanın Anadolu bezi ya da Türk bezi şeklinde adlandırılabileceği yönünde tartışmaların başlaması gerektiğini göstermektedir. İlk analizlersonucunda koyun yününden dokunmuş olduğu belirlenen kumaşın, hayvancılığı iyi bilen ve yan ürünlerini başarıyla elde eden insanlar tarafından üretilmiş olduğu düşünülebilir. Fibula üzerindeki kumaş parçasının varlığı ile iskeletin omuzlarının bir baskı sonucu boyuna doğru büzülmüş olması, ayrıca köprücük kemiklerinin yerlerinden oynamış durumları, cesedin mezara kefenlenmiş şekilde bırakılmış olduğuna işaret eden bulgulardır. Yatış tarzı ve yönü ile kefenlenmiş olduğunu gösteren veriler mezar sahibinin Müslümanlığına güçlü biçimde işaret etmektedir. Buna karşın küpeler ile fibulanın varlığı İslami gömü gelenekleri ile uyuşmayan bir uygulamanın yapılmış olduğunu göstermektedir. Bu mezardaki buluntuların varlığı İslami gömü geleneği ile uyuşmamaktadır. Mezarda saptanan küpe ve fibula gibi arkeolojik bulgular Oğuzların kurgan geleneğine bir atıf olarak değerlendirildiğinde, 6 yaşındaki kız çocuğu mezarının
Oğuzların İslamiyet öncesi ölü gömme geleneklerine MS 11. yüzyıl başlarında bile devam ettirdiklerine işaret etmektedir.
Oluz Höyük'te keşfedilen ve sayıları 2017 kazı sezonu itibari ile 100'ü geçen Oğuz (Türkmen) mezarları, Türkiye Türklerinin arkeolojik bakımdan bu güne değin araştırılmayan kayıp bin yılını doldurmaya başlayacak, 10 ve 11. yüzyıllardaki atalarını daha somut hissetmelerini sağlayacaktır.