Fırat 1964 - 2004, 40 Yılın Öyküsü adlı kitabıyla ilgili söyleşinin ikinci bölümünde, Prof. Dr. Mehmet Özdoğan Keban Barajı'nın Harput Kültürü'nü nasıl değiştirdiğini, bölgedeki ağalarla, beylerin farkını ve Baraj Arkeolojisi ile ilgili önemli tespitlerini açıkladı.
"Çok sağlam bir Harput Kültürü vardı... O kültürün değişimini gördük
> Peki, biraz da arkeoloji dışına çıkalım. Kitabınızda bölge halkı ile ilgili ilginç gözlemler ve ilginç sosyolojik saptamalar var. O bölgede o günden bu yana sizde yer eden ilginç olaylar nelerdi?
Keban kazılarının yapıldığı Elazığ Havzası çok özel bir bölge. Orada diğer Doğu illerinde rastladığımız gibi zorluklara rastlamadık. Diğer Doğu bölgelerinden farklı çok sağlam bir Harput Kültürü vardı. Harput Kültürü, Harput Birikimi orada gittiğimiz yıllarda çok hoşgörülü bir insan profili oluşturmuştu. Diğer yerlerden çok farklıydı, bambaşkaydı. Keban Barajı ile birlikte o kimliğin, insan profilinin değişmesini gördük. Geleneksel hoşgörülü bir ortamdan, sert, radikal, 'ben seni sevmiyorum'a dönüşümünü orada gördük. Onun içinde yaşadık. Gittimiz yıllarda bugün rüyada görsek inanamayacak kadar hoşgörünün, sevecenliğin ve insanlığın olduğunu gördük. O sıcak ilişkiler Keban Projesinin rahatlığını getirdi. doğal yaşama koşulları zorlu olmasına rağmen, oradaki insanlarla kurulan sıcak ilişki ve gördüğüm kültür projenin başarısında önemli rol oynadı. Belki başka bir yerde oyle yapamazdık.,
Eserimde bunu yansıtmaya çalıştım. Tabi her bölgenin farklı geleneği, farklı demografi yapısı, farklı kültürü ve değişimler vardı. Ancak Elazığ, özellikle de Altınova, çok kültürlü ve hoşgörülü farklı bir yapıydı.
"Bizim sosyologlarımız, halen bey ile ağanın farkını anlayamıyor"
Osmanlı oraya girmiyor ve Harput bölgesini orada beylere bırakıyor. Orada Artuklulardan kalan beylik sistemi devam ediyor. Bizim sosyologlarımız, halen bey ile ağanın farkını anlayamıyor. Beyler aristokrasidir. Selçuklardan, Artuklulardan gelen kültürdür. Fakirleşse bile saygı gören aristokratlardır beyler. Onların şatolar gibi bey konakları vardır. Ağalar ise Tanzimatla, tapu kavramın gelmeseiyle birlikte, araziyi kapatıp, ağalık yapanlardır. Aristokrat değillerdir. Mesela ben orada hamallık yaparak yaşayan bey gördüm. O geçerken, tanıyan halk ayağa kalkardı. Bir problem olursa ona soruyorlardı. Ağadan korkulur, beye saygı duyulur. Bey fakir de olsa ağırlığı vardı. Biz gittiğimizde hâlâ orada beyler vardı. Bir kısmı avukatlığa, işadamlığına başlamış, şehir merkezine taşınmıştı ama hâlâ köyde olanlar da vardı. Ama ağalar da vardı. Ağalarla beylerin bir konsesusu, birbirlerine uyum sağlamaları da vardı. Yani aralarında çatışma yoktu. Ama ikisi farklı şeylerdi.
Osmanlı o bölgeyi beylere bırakmış, sadece "vergi verin, bela çıkartmayın" demiş. Artukoğullarından kalan o beylik düzeyi, aristokratik yapı olarak orada sürmüş. Güneyde ismini vermeyeyim, şato gibi bir bey konağında oturan bir hanımefendi vardı. Kapısı zincirlerle inip, kalkan bir şatoydu. "Bütün ailem gitti, ben burdayım" dedi. Bizi bir ağırladı, Ancak bir lordu öyle ağırlar. Onlar hâlâ vardı. Amma onun yıkılışını gördük. Kebanla beraber, tapu ve istimlak girdi ortaya. Beylerin çoğunun tapusu yoktu. Ağaların tapusu vardı. Bütün bu olaylar, orada bir parayı döndürdü ve o sistem bizim orada kaldığımız süre içide yok oldu, gitti.
"Solla ilgili ne okumuşsam orada yanlıştı."
Harput kültürü, hoşgörüydü. Karşısındakini olduğu gibi kabul eden, insancıllığın öne çıktığı, senin kim olduğuna, ne düşündüğüne ve ne yaptığına değil insancıl olarak sevecenlikle giden bir kültürdü. Çok saygın ve köklü kültürdü. İnsanların sadece yüzü değil, içi gülüyordu. Ben sol kanattan geldim. Oraya geldiğim zaman hiç bir sol franksiyon, sol bilmem ne ile uyuşmayan, solda okuduğum hiç bir şeyi tutmayan bir şey vardı. Solla ilgili ne okumuşsam orada yanlıştı. Ne ağalar, ne beyler, ne marabaların sol teorilerde, dokrinlerde öğrendiklerime benziyordu. Solla ilgili öğrendiklerimin orada geçerli olmadığını gördüm.
"Bizim sosyologlar her nedense beyle ağanın farkını göremediler"
Bizim sosyologlar her nedense beyle ağanın farkını göremediler. Osmanlıda tapu yoktur biliyorsunuz. Bütün alan padişahındır. Padişah sana orada izin verir. İlk tapu Tanzimatla gelmiştir. Beyler o zaman tapu almaya tenezzül etmiyorlar. Ağalar öyle değil. Açıklargözle şu dağlar, şu ağaçlar benim diye tapu alıp, ele geçiriyorlar. İlk başta bunlar ciddiye alınmıyor. Ancak sistem tapuya dönüştükten sonra, etnik yapının da değişmesi ile, Ermenilerin azalması, Süryanilerin ayrılması ile birlikte, mülkiyetler el değiştirdikçe, sistem değişmeye başlıyor. Biz gittiğimiz zaten hâlâ sağlam, Ortaçağ'dan gelen ve hakketen çok kültürlü gördüğüm bir gelenek vardı.
"7 kilometreden Fırat'ı yüzerek geçen işçi geliyordu"
Şimdi Fırat aynı Fırat değil, insanlar değişmiş, kültür değişmiş durumda. Biz Keban'a başladığımız zaman , Türkiye'de Para Ekonomisi yoktu. Şu an tam hatırlamıyorum ama sanırım 225 kuruştu yevmiye. O para için 7 kilometreden Fırat'ı yüzerek geçen işçi geliyordu. Kazı başladıktan 3 hafta sonra çıkınlı birini gördüm orada. Sırtına astığı sopasına asmış çıkınını. Sarığını çıkartıp, çalışmaya başladı. Bu kim dedim. İşçiler Tunceli'den geldiğini söylediler. 'Elazığ'da iş açıldı' diye duymuş, 3 hafta yürüyerek çalışmaya gelmiş. Bizimle çalıştı iki ay, parasını aldı. Sonra tekrar yürüyerek gitti. Yani belki o yöreye ilk kez o kadar paralı bir iş imkanı gelmişti. Bölgenin tek gelir kaynağı paranın dönmediği bir dünyaydı orası o yıllarda.. Biz Keban'dan dönerken değişim başlamıştı. Artık o dünya yoktu. Paralı işçi, sendikalar, farklı frankisyonlar, farklı kesimlerin oradaki çabaları, dünya değişiyordu.
> "Tekrar arkeolojiye dönüp, konuyla ilgili son düşüncelerinizi alalım"
Bugün baktımızda son olarak şunları söylemek isterim: Türkiye'de Baraj kurtarma kazısı izni alabiliyorsun. Devlet sana izin veriyor. Baraj bittikten sonra senin iznin bitiyor. Biz orada 3 şey gördük. Bir barajın dışında kalan höyükler var. Baraj oraya bir artı değer getiriyor. Rant getiriyor. Rant barajın dışındaki alanı daha çok etkiliyor. Bütün çevreyi etkiliyor. Çevredeki alanın değerini artırıyor, ve barajın çevresinde, gerek barajdan sulama, gerek elektrik, gerek turistik, gerek bilmem ne ile muazzam bir çekim odağı oluyor. Kurtarma kazıları sadece baraj alanı içinde yapıldı. Ovanın geri kalan kısmı yok. Orada barajın dışında kalan her yer yok oldu ki barajın içinde kalanlardan daha büyük höyükler vardı. Bu hiç göz önünde bulundurulmadı..
İki, su hattının içinde kalanlar. Bu da ikiye ayrılıyor. Birincisi suyun içinde kalanlar. 20 - 30 metre su altında kaldığı için balıkların etkisi ile bozulma dışında pek risk taşımıyor. İkicisi ise baraj sularının yükselip alçalması sonucu bazen su içinde, bazen su dışında kalanlar. Baraj sularının yükselip, alçalma kotunda yer alan bu höyükler. Baraj her yükselip alçaldığında dalga etksi ile bu tür höyüklerin bulunduğu alanı yontuyor. İnanılmaz bir şekilde kazı yapıyor baraj. Tepecik suyun altında bir süre kalmıştı. Su bayağı indiğinde oraya çıktık. Bizim temizlemeyi beceremediğimiz bir platform vardı. Vallahi sular orayı değme arkeologlardan iyi temizlemişti. Ama bizim kazmadığımız yerleri de tahrip etmişti. Norşuntepe'ye çıktık. Bölgenin en önemli höyüğü. Orada 30 metre derinden Ururk tabakası çıkmıştı. Çok derinden gelmişti. Çok dar bir alanda açılmıştı. Barajın etkisi 200 metrelik bir alandaki tüm Uruk mimarisi meydandaydı. Ya bir Allah'ın kulu, bir arkeolog görevlendirse de buluntuları toplasaydı. Oradaki köylüler söyledi, arada bir antikacılar gelip, oradaki buluntuları toplayıp, gidiyorlarmış. Bir arkeolog, yerden bir parça almaya kalksa, oradaki Bakanlık yetkilisi feryat ediyor; "Aman, aman almayın!". O yer tamamen suyun alrında kalsa daha iyi. Halbuki orada bir öğrenci kazısı yapılsai hem onlara deneyim olur, staj olur, hem de oradaki mimari ortaya çıkar. İnanılmaz bir manzara. Arkeologların açamayacağı kadar geniş bir alanı zaten baraj suları açmıştı. Yine kıyıdaki küçük bir höyüğe gittik. Orada sadece Tunç Çağını biliyorduk. Dalgalar ilk Tunç Çağını yemiş götürmüş, altondan bir neolitik yerleşim alanı çıkmış. duvar hatları ortaya çıkmış, yerleşim alanın planı orada duruyordu. Sen onun planını almaya kalksan yasallarda suça giriyor! Yani Türkiye'de esas yapılacak iş, barajlardan sonra alanın sürekli izlenmesi. Ve senin barajdaki kurtarma kazılarından aldığından 10 kat fazla bilgi orada yatıyor. Bürokrasi ile Bilim arasındaki dengenin doğru kurulması lazım. Tepecik'e gittiğimizde daha Suriye olayları başlamamıştı. Bizi götüren gemici söyledi. Suriye'den buraya her ay antikacılar geliyor, höyüklerin yer belli, ağ atıp buluntu topluyorlarmış. ankara, suyun altında kalan korunur diyor, nah korunur! Birincisi kerpiçler eriyor, ikincisi balıklar yuva yapıyor... Balıklar sürekli kazıyorlar. Özellikle sazan acaip kazıyor. Dalga sınırına yaklaştığı an, dalga etkisi ortaya çıkıyor. Yani suyun altında kalan korunur diye bir şey yok! Aslında Keban Kazılarından kalan malzemeden daha fazlası şu anda çıkıyor...
O dönem ile bugünkü dönem ışığında Neolitiğe bakarsak;
Neolitiğin gelişmesinin temelinde üretimden önce, sabit yerleşme gelir. Sabit yerleşme nerede olur? Olduğun yerde yiyecek varsa göç etmezsin, sürekli orada oturursun. O bölgenin doğası o kadar zengin ki Göbeklitepe Kültürü döneminde orada avcılıklık ve toplayacılık yaparak geniş bir yerleşme kuracak kadar zengin doğal kaynak var. Munzur Dağlarına kadar uzanıyor. Doğu Toroslar ki zenginliğin kaynağıdır, onun arkasındaki dağ zinciri Elazığ, Malatya, Bingöl, Palu, çizgisinde duvar gibi uzanıp Munzur'a geliyor. Munzur Dağı'ndan sonra iklim değişiyor, çevre değişiyor. Ondan sonra Kafkas Kültürü başlıyor. Yani Tunceli Türkiye'de neolitik sınırı içinde kalıyor.
arkeolojikhaber.com Söyleşinin ilk bölümüne bu linki kullanarak ulaşabilirsiniz