Peygamber'e Dokunmak belgeseli ile yakın tarihin gizli gerçekleri açığa çıktı

Peygamber'e Dokunmak belgeseli ile yakın tarihin gizli gerçekleri açığa çıktı

1995 yılında Refah-Yol Hükûmeti döneminde İçişleri Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün organize ettiği gizli bir operasyonla, Diyarbakır'ın Eğil ilçesinde bugün Dicle Barajı sularının altında kalan ve peygamber mezarı olduğuna inanılan iki gömü, yerinden alınarak, Ziyaret Tepesi'ne taşındı. Ancak iddialara göre, yaşanan 'parapsikolojik' olaylar nedeniyle operasyon pek de gizli kalmadı ve inançlar tarihi açısından çok tartışılacak bir "çürümeyen peygamber naaşı"nın varlığı ortaya çıktı.

Görgü şahitlerinin anlatımlarına göre, 14 Eylül 1995 tarihinde Diyarbakır’ın Eğil ilçesinde akşam üzeri parapsikolojik bir olay yaşandı:

İnsanlar, işlerini neden bir anda bırakıp kapı önlerine çıktıklarını bilmeksizin, ilçenin ana caddesi boyunca uzanan dükkanlardan teker teker dışarı döküldü. Aynı şekilde, caddede yürüyen yayalar da ardı ardına durup gözlerini yola diktiler. Eğil sakinleri salavat ve tekbir sesleri eşliğinde şaşkınlıkla birbirlerine bakarken, caddenin başında bir konvoy belirdi. Resmî hizmete mahsus araçların oluşturduğu gösterişsiz konvoyda yer alan pikap türü aracın arkasında bir tabut, tabutun üzerinde Kur’an-ı Kerim’in Ankebut Sûresi yazan yeşil bir örtü ve çevresinde silahlı adamlar vardı. Tabut yüklü araç Eğil’in ana caddesinden geçerken, insanlar istemsiz şekilde el açıp dua etmeye ve hüngür hüngür ağlamaya başladılar. İlçede kısa süre içinde oluşan bu yoğun mânevî atmosferden dolayı büyük küçük herkes şaşkındı. Daha sonra  önlerinden sessizce gelip geçen o tabutun içinde, adı üç kutsal kitapta da yer alan bir “peygamber”in olduğunu öğreneceklerdi...

"Peygamber’e Dokunmak" belgeseli bu gizemli ve mistik anlatıyla başlıyor ve görgü şahitlerinin anlatımları, uzmanların yorumları ile yakın tarihin önemli gerçeklerine ışık tutuyor.

Dönemin kaymakamı Doç. Dr. Selim Çapar'ın da doğruladığı ilginç olaylar zinciri, tek tanrılı üç büyük dinin kutsal kitaplarında da adı geçen Elyesa Peygamber'in naaşının, mezarından alınarak başka bir yere nakli sırasında yaşananlardan oluşuyor. Belgeselde yer alan bilgilere göre, peygamberin naaşı mezarından çıkartıldığında çürümemişti ve topraktan beden bütünlüğü korunmuş şekilde çıkartılıp başka bir yere nakledilmişti. Belgeselde, adlî tıp uzmanı Prof. Dr. Başar Çolak’ın bilimsel yorumları da dikkati çekiyor.

21. yüzyılın arkeolojik açıdan en önemli olayları arasında yer alabilecek bu ilginç kazı esnasında, olay yerinde ne yazık ki tek bir arkeolog bile yoktu. 

Dönemin tarihi ve sosyolojik koşullarının "zorunluluk" gibi gösterdiği bu önemli bilimsel ihmâlin telafisi mümkün değil. Ancak şu günlerde festivallerde gösterime sunulacak plan bu belgesel tarihe önemli notlar düşerek, vak'anın oluş şeklini tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor ve belgesel sinemanın tarihe tanıklık görevi adına çok önemli bir boşluğu dolduruyor.

Gazeteci, yazar ve yönetmen Ali Murat Güven’in 1995 yılı Eylül ayında Diyarbakır’da yaşanan gizemli olayı geniş kitlelerin bilgisine sunmak üzere çektiği üç saat süreli "Peygamber’e Dokunmak" belgeselini arkeolojikhaber.com sitesi için düzenlenen özel gösterimle izledik. Teknik açıdan kusursuz ve iyi kurgulanmış, anlatımda ciddi hiçbir eksik bırakmamış, takdir edilesi bir görsel şölenle karşılaştık.

Bizim açımızdan önemli olan, belgeselde anlatılan içeriğin bilimsel tutarlılığı ve iddiaların havada kalmamasıydı. Film ekibi teknik ve sanatsal alandaki başarılarının yanı sıra işin bu zor kısmını da başarmış ve bilimsel açıdan mantık örgüsünü tamamlayan bir yapıt ortaya koymuşlardı. 

Yönetmen ve Editör Ali Murat Güven, hayatı boyunca sinema ve televizyon dünyasının içinde yer almış ünlü bir gazeteci ve yazar. Hayranları onu tarihin gizemli olayları aydınlatan ve şarlatanlıkların gerçek yanlarını aydınlığa çıkaran özel haberleri ile tanıyor. Pek çok kısa filme imza atan Ali Murat Güven, 2019 yılında çektiği "Hoşgeldin Missouri" adlı uzun metrajlı belgeseli ile dikkatleri bir kez daha üzerine çekmeyi başarmış, Türkiye'nin yakın tarihinin "şehir efsanesi mi, gerçek mi" diye tartışılan bazı siyasal olaylarını tüm çıplaklığı ile ortaya çıkardığı gibi, İstanbul'un daha önce hiç görülmemiş renkli tarihî görüntülerini de gözler önüne sermişti. 

Fili İzleyişimizin ardından, Ali Murat Güven'e "Peygamber'e Dokunmak" belgeseline konu olan olay ve filmin sıra dışı yapım süreci ile ilgili sorularımız yöneltik. Verilen yanıtları yorumsuz olarak sizlere sunuyoruz.

Arkeolojikhaber: "Peygamber’e Dokunmak" belgeselini çekmeye nasıl karar verdiniz?

Ali Murat Güven: İnanç tarihi ve Kur’an-ı Kerim üzerine yıllardır kıra döke de olsa okumalar yapan biri olarak, açıkçası ben Hz. Mûsâ dönemi sonrasında silsile hâlinde hüküm sürmüş Yahudi peygamberleri arasında yer alan Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl’i hemen hiç tanımıyordum. Ya da onları yalnızca Kur’an’da geçen birer ad olarak tanımam söz konusuydu.
2015 yılının Temmuz ayında, Giresun’daki bir sinema filminin setinde, o filmin kamera arkası belgeselinin yönetmeni olarak çalışırken, bölgenin meşhur yaylalarından birinde gerçekleşen bir çekim gecesinde Diyarbakırlı bir aktörle sohbet ediyorduk.
Türkiye’de erkek sohbetlerinin değişmez bir geleneğidir. Gece yarısına kadar uzayan muhabbetler sonunda döner dolaşır, ya askerlik anılarına ya da cinlere perilere gelir. Bizim muhabbet de en sonunda mistik ve metafizik konulara gelince, filmde rol alan Diyarbakırlı aktör arkadaşım, 1995 yılında Diyarbakır'ın Eğil ilçesinde yaşanan, Elyesa ve Zülkifl peygamberlerin mezarlarının -kamuoyunca pek az bilinen- nakil olayını ve o nakiller gerçekleşirken ilçede oluşan duygusal atmosferi anlattı.
O gece, bana aktarılan anılardan çok etkilendim, "Bir gün ne yapıp edip bu olayın bir belgesel filmini çekmeliyim" dedim kendi kendime...
Ertesi yıl, daha da ilginç bir başka mistik deneyim yaşadım.
2016 yılında, 15 Temmuz darbe kalkışmasından kısa bir sonra, ülkeyi sarıp sarmalayan o kasvetli iklimde, işsiz, mutsuz ve depresif bir ruh hâli içindeyken, beni oldukça sarsan bir rüya gördüm.
Rüyamda, Eğil'de, Dicle Barajı’nın vadi yatağında ilerliyordum. Henüz vadiye baraj suları yayılmamış bir durumda, toprak zemin yeni yeni ıslanmaktaydı. Tedirginlik içinde ilerlerken, sisler arasında yaşlı bir adam ve yanında da daha genç birini fark ettim. Kayaların üzerinde oturmuş, âdetâ beni bekliyorlardı.
Onları görünce, hızlı adımlarla yanlarına gittim. Yaşlı olanı "Nasılsın oğul?" diye sordu. "Sağ olun efendim, şartları zor bir ülkede kendimce ayakta kalmaya çalışıyorum" diye cevap verdim. O anda anladım ki Hz. Elyesa ile konuşuyordum.
"Oğul, bizim hikâyemizi dünyaya, insanlığa sen anlatacaksın" dedi yaşlı peygamber... Ben de ezik ve utangaç bir tavırla, bu projeye aslında bir yıl önce niyetlendiğimi, fakat pek çok işsiz gazeteci ve televizyoncu gibi mesleğimi sürdürmekte büyük zorluk çektiğimi, ekonomik şartlarımın böyle iddialı bir belgesel filme girişmeye izin vermediğini söyledim.
Rüya ortamında olmama rağmen, bunları söylerken gözlerimin dolduğunu, çok üzüldüğümü, içimin ezildiğini hatırlıyorum.
İhtiyar er kişi, sözlerimi bilgece bir yüz ifadesiyle dinledikten sonra, elini omzuma koydu. "Ben, hemen anlatacaksın demedim zaten. Bu görevin belli bir zamanı var. Üzülme, zamanı geldiğinde her işi kolaylıkla yapıp edeceksin" diye karşılık verdi. O sırada, hemen arkasında ayakta duran Hz. Zülkifl de bana şefkatle gülümsemekteydi.
Size, yaşadığım bu metafizik deneyimi, hiç kimseye yalan borcum olmaksızın, olanca rahatlığımla anlatıyorum. Yaşadığım bu deneyime isteyenler inanır, istemeyenler de inanmaz.
Gerçek bir görüşmeden tamamen farksız gözüken o rüyadan derinlemesine etkilendim. Ancak, içinde verilen hikmetli mesajı da soğukkanlılıkla bir kenara not ettim ve gelişmeleri gözlemek üzere rutin hayatıma geri döndüm.
Elyesa Peygamber’in “Gelmesi gerektiğinde gelecek” dediği uygun zaman, bunndan beş yıl sonra geldi.
2021 yılında, “Artık çalışmalara başlıyorsun” şeklindeki içsel bir mesajdan cesaret alarak, İçişleri Bakanlığı’nda, bakanlık bürokratı Doç. Dr. Selim Çapar ile ilk röportajı çekmek üzere Ankara’ya gittim. Sayın Çapar, 1995 yılında Eğil Kaymakamlığı yapmıştı ve önemli bir tanığından dinlediğim tüyler ürpertici olayın da baş aktörüydü. Devlet adına bütün nakil sürecini o planlayıp yönetmişti. Kendisini uzun bir uğraştan sonra buldum ve böyle bir söyleşiyi yapmaya iknâ ettim. Hattâ, günümüzde de üst düzey bir bakanlık bürokratı olarak, benimle kameralar önünde görüşmeden önce İçişleri Bakanı ile kurumsal iç yazışma yaparak, röportaj için kendisinin yazılı olurunu almıştı.
Esasen, maddî dünyanın gerçeklerine göre konuşacak olursak, böylesine geniş kapsamlı bir belgeselin finansmanı o anda da ortada yoktu. Bütün sermayemiz, benim gibi kıdemli bir medya mensubu olan kız kardeşimin sınırlı limitli kredi kartı ve bizi oraya buraya taşıyan eski otomobiliydi. Benim ise benimkini gecikmeli ödeyip patlattığım için, o sıralarda bir kredi kartım bile bulunmuyordu.
Kız kardeşimin maddî ve mânevî destekleriyle başladığım çekim serüveninde, bugün bile anımsarken tüylerimin diken diken olduğu nice ilginç rastlantılar, sıra dışı bağlantılar, hiç akla gelmeyecek tanışmalar, destekler ortaya çıktı ve biz, son derece dar kapsamlı bir ekip-ekipmanla, günümüzde dünya çapında belgesel film festivallerine katılan bir çalışmayı öyle aman aman çileler çekmeden tamamlamayı başardık. Bir başka deyişle, Hz. Elyesa’nın bana müjdesini 2016 yılında rüyada verdiği süreç, bire bir gerçekleşti.
Bu filme başlarken cebimde bir kuruş sermaye yoktu. Şu anda ise Türkçe ve İngilizce dillerinde seslendirilmiş, 4K sinema filmi çözünürlük kalitesinde, 3 saat 18 dakika süren, özgün müziklere sahip, üzerinde oldukça titiz şekilde çalışılmış bir belgesel filmimiz var. Bu da benim açımdan filmin anlattığı gizemli olaylar kadar kafa karıştırıcı bir başka gizem...

Arkeolojikhaber: 1995’te Eğil ilçesinde yaşanan, filminizin de bütün ayrıntılarıyla birlikte ele aldığı, “İsrailoğulları’na mensup iki peygamberin mezarlarının bir yerden başka bir yere taşınması” olayını biraz anlatır mısınız?

Ali Murat Güven: 1995 yılında yapılan bu nakil, Türkiye Cumhuriyeti’nin mümkün olduğunca gizli tutmaya çalıştığı bir operasyondu. Tam tarihine odaklandığımızda, Refah-Yol hükûmeti döneminde gerçekleştirildiğini görüyoruz. Önce İçişleri Bakanlığı’ndan Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, oradan da Vakıflar Diyarbakır İl Müdürlüğü’ne, nihayet Eğil Müftülüğü ve Eğil Kaymakamlığı’na “hizmete özel” damgalı birer yazı gidiyor. Bu yazıda, uzun süredir yapımı devam eden Dicle Barajı’nın pek yakında biteceği ve yeni baraj su tutmaya başladığında bölgede bulunan iki tarihsel mezarın su altında kalacağı, bu sebeple de mezarların güvenilir devlet personelinden oluşan çekirdek bir ekip eliyle, gizli bir şekilde ve İslâmî usûllere uygun vakur bir törenle Eğil’in en yüksek tepesine taşınması gerektiği söyleniyor.
Ankara’daki en üst otorite, Eğil’deki yerel devlet yetkililerine gönderdiği talimatta, “Devlet, bu bölgede 2800 küsur yıldır iki hak peygamberin yattığını biliyor” diyor, “Aralarında 1,5 kilometre mesafe olan her iki mezarı da gizlilik içinde ve özenle açacaksınız. Eğer mezarlardan herhangi bir somut beden ya da beden kalıntısı çıkmaz ise yöre sakinlerinin mânevî değerleri ve geleneksel kabûllerine zarar vermemek için, bu konuda hiç kimseye bir şey söylemeyeceksiniz. Fakat, eğer mezarlar dolu çıkarsa da çıkan kalıntıları gelecekte baraj sularının kaplayamayacağı, o yörede ‘Ziyaret Tepesi’ denilen yüksek noktaya nakledeceksiniz.”


Mektubu alan genç kaymakam Selim Çapar, hemen bir ekip oluşturmaya başlıyor. Ekipte, kaymakamlıktan görevli kişiler, müftü, müftü yardımcısı, bölgede kendisine hürmet edilen bir din adamı ve Diyarbakır amele pazarından suskunluk yemini ettirilerek getirilmiş kürek işçileri var. Sayıları 10 kişiyi bulan ekip, kazı hazırlıkları son aşamaya geldiğinde, Kaymakamlık’ta Kur’an üzerine el basarak, konuyu kimseye anlatmamak üzere topluca yemin ediyor. Çünkü, dediğim gibi, bu mezarlar o bölgede yüzlerce yıldır halk tarafından bilinen ve büyük hürmet gösterilen yerler. Bunlar boş çıkarsa halkın dinsel inançlarının sarsılma ihtimâli olduğunu düşünüyorlar.
Ki bu araştırmayı yürütürken, beni en çok da devletin sergilediği ustalıklı refleksler şaşırttı. Türk Devleti’nin o günkü teknolojik ve donanımsal yoksulluğunda, Doğu’da toplumsal saha hâkimiyetinin yer yer PKK’nın eline geçtiği öylesine kasvetli bir dönemde, devletin onca büyük derdin arasında bir baraj inşâsı sırasında yitirilecek olan bu tür tarihsel yadigârların varlığını önemsemesi, bunların yitip gitmemesi için hem fiilen harekete geçmesi, hem de bunu yaparken bölge sosyolojisini rencide etmeyecek bazı hassas önlemler alması, bana bu devletin zaman zaman sergilediği kimi çiğliklere rağmen, yine de içinin büsbütün kof olmadığını, köklü kural ve geleneklere sahip kadim bir yapı olduğunu hissettirdi. Bundan da bir yurtsever olarak çok mutlu oldum.
Nihayet, 1995 yılının 13 Eylül sabahı, PKK’nın da en fazla azıtmış olduğu bir dönemde, özel harekât şubesi polisleriyle yola çıkıp önce Hz. Elyesa’nın asırlar önce yapılmış, ayakta zor duran derme çatma türbesine geliyorlar. Oraya uzun yıllardır göz kulak olan türbedar, kazı işlemi için zar zor iknâ ediliyor. Ki yöredeki insanlardan yükselen muhtelif dirençleri kıran kişi de o bölgedeki Kürt nüfusun çok sevip saydığı, “seydâ” namlı din âlimi Ömer Kalkan... Çevredekilere bunun “peygamberlere hürmet nedeniyle yapılan hayırlı bir iş olduğunu, aksi bir durumda her ikisinin naaşının da yakında sular altında kalacağını” anlatıyor.
Kalkan Hoca, içeri girdiklerinde bir süre yalnız bırakılmayı talep edip, meftâya hitaben birtakım özel dualar ediyor, Elyesa Peygamber’den nakil için rıza istiyor. Razı olduğuna mânen kanaat getirince de vaktiyle kayaların içine açılmış, üstü kurşun ve granit katmanlarıyla kapatılmış mezarı kazmaya başlıyorlar. Bir buçuk gün süren çalışma sonunda naaşa ulaştıklarında ise işçiler gördükleri karşısında çığlıklar atıyor, ağlamaya başlıyor. Çünkü Hz. Elyesa mezarında hemen hemen 2850 yıldır mükemmel bir şekilde korunmuş; âdetâ henüz bir kaç saat önce vefat etmiş bir ihtiyar gibi gözüküyor. Öyle ki antik çağa özgü file kumaş kefeninde bir leke dahi yok.
Naaşı dualar eşliğinde mezardan çıkartıp müftülüğün gönderdiği yeni tabuta naklederken, ona dokunan herkes, Elyesa Hazretleri’nin kaslarının son derece yumuşak ve esnek olduğunu fark ediyor. O an, türbede akıl almaz bir ortam yaşandığını dinledim son kalan tanıklardan. Onu gözyaşları içinde yeni tabutuna koyuyor ve tabutun kapağını saygıyla kapatıyorlar. Ardından da ekip üyeleri sakinleşmeye çalışıp, yanlarında tabutla Ziyaret Tepesi’ne doğru hareket ediyorlar. Orada da her iki peygamberin gömüleceği yeni yerler önceden hazırlanmış durumda.
İşte, geleceğine ilişkin olarak hiç kimsenin bilgilendirilmediği o konvoy tam da Eğil’in merkezinden geçerken, olup bitenlerden tamamen habersiz Eğil halkı istemsiz bir şekilde yavaş yavaş sokaklara dökülüyor, gelip geçen pikap aracın ardından dualar etmeye, ağlamaya başlıyorlar.
Cenaze namazı, Ziyaret Tepesi’nde yaklaşık bir düzine devlet görevlisi tarafından silahların gölgesinde kılınıyor. Bu kişiler, Özel Harekâtçılar’ın koruması altında namazı kılıyor ve Peygamber’i yeni yerinde toprağa veriyorlar.
Bölgede o yıllarda hüküm süren yoğun terör gerilimi de dikkate alındığında, müthiş dramatik bir an bu... Bir yandan, 30 asır önce yaşamış bir peygamberin bedeni o bir avuç memura emanet, onu gün ışığında kaldığı sürece koruyup güvenli bir noktaya gömmek zorundalar. Diğer yandan da o günlerde elde ettiği saha hâkimiyeti yüzünden iyiden iyiye şımarmış, rastgele eylemlerle ortalığı kan gölüne çeviren ayrılıkçı bir terör örgütünün onca devlet görevlisini bir arada bulunca iştahının kabarması riski var.
Derken, bu gerilimli atmosferde, iki gün sonra da Hz. Zülkifl’in bir buçuk kilometre ötedeki kaya mezarı açılıyor, onun vücudunun da hiçbir şekilde bozulmamış olduğu görülüyor. O da aynı şekilde, gerçek hayattaki ustası, hocası, selefi Hz. Elyesa’nın yanı başına götürülüp defnediliyor. Tekrar belirtmeliyim ki, her iki kutsal kişilik de neredeyse birkaç saat önce vefat etmiş gibiler...

Arkeolojikhaber: Pekiyi, belgeseli izlerken anlattıklarınızı fazla mistik bulanlar olmayacak mı?

Ali Murat Güven: Belgeselimin İslâmcı kanallardaki “Sırlar Dünyası” programları havasında olmasını bir an bile istemedim. Belgesel sinemada anlatım dili olarak History Channel, Netflix, Net Geo gibi küresel ölçekteki yapımcıların diline inanıyorum, film boyunca da bu dili uygulamaya özen gösterdim.
Ortada bir tez var, fakat, belgeselimde bunun anti-tezine de gayet geniş ölçekte yer veriliyor. Film üç bölümden oluşurken, son bölümde Adli Tıp Çalışanları Derneği (ATUD) Başkan Yardımcısı, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Adlî Tıp Bilimleri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Başar Çolak’tan da geniş ölçekte görüş aldım. Kendisi pozitivist düşünceye yakın, sol görüşlü bir bilim insanı. Filmdeki röportajımızda, dinsel mucizelere inanmadığını, böyle sıra dışı olay ve olguları bilimin diliyle açıklamayı tercih ettiğini bizzat beyan ediyor.
Onu ziyarete gittiğimde, 1995 yılında Eğil’de bütün olup bitenleri tek tek anlatıp, elimdeki belge ve bilgileri kendisine gösterdim. Hayatı boyunca 8000 dolayında insan cesedini incelediğini öğrendiğim Başar Hoca da çeşitli iklim ve kültürlerde gözlenen bazı istisnai durumları, doğal mumyalaşma, sabunlaşma gibi sıra dışı oluşumları anlattı. Sonuçta da bu olayın, yaşandığı coğrafya ve toprak türünden dolayı adlî tıptaki sabunlaşma vak’alarına bir örnek olabileceğini ileri sürdü. Hiç kimsenin kutsalını hafife almak gibi bir yaklaşımı olmadığını, fakat bir bilim insanı olarak böylesi durumlarda metafizik bir açıklamanın arkasına saklanarak kolaycılığa kaçmamaya çalıştığını ekledi.
Olay karşısında pozitivist ve bilimsel bir açıklama getirmeye gayret eden Prof. Dr. Başar Çolak’ın açıklamaları belgeselin neredeyse yüzde 20’lik bir bölümünü oluşturuyor ki, bu da anti-tezin net bir şekilde ortaya konulması için yeterli bir süre...
Ben demokrat ve laik bir dindarım. Bu filmi söz gelimi bir tarikatçı-cemaatçi oluşum ya da bugün iktidardaki zihniyete yakın bir yapım şirketi çekseydi, filmin içine asla ve kat’a karşıt görüşün bir yansımasını koymazlardı. Benim ise kesinlikle böyle bir korkum, çekincem yok. Hem dinler tarihinin, hem arkeolojinin, hem de biyolojinin ilgi alanına giren gizemli bir olayı anlattım; hem anlattığım olayla ilgili olarak akla gelebilecek bütün açıklama biçimlerini de filmime dahil ettim. Amacım, kimseyi olduğundan daha fazla dindar yapmak değil. Fakat, bu filmi izleyen herkesin gizemli konuları inceleyip araştırmaya daha fazla istekli kişilere dönüşmesinden de mutluluk duyarım açıkçası... Belgeselimiz, bu anlamda çok sıkı bir beyin jimnastiğine vesile oluyor.
Başar Hoca’nın kendi röportajında dikkat çektiği diğer önemli bir konu başlığı ise naaşların nakil ekibinde hiç tıp insanı, arkeolog, sanat tarihçisi v.b. kişiler olmamasıydı. "Keşke vaktiyle o ekipte bulunabilseydim. Düşünsenize, bir insan hayatta kaç kere 2850 yıl önce yaşamış iki peygamberin mezarlarından çıkarılmasına şahit olabilir ki? Bu şekilde belki kefenlerinden, giysilerinden kumaş örnekleri alınabilir, tam olarak kaç yıl ömür sürdükleri, boyları, kiloları, kan grupları, varsa hastalıkları üzerine çalışmalar yapılabilir ve ölüm sebepleri net olarak anlaşılabilirdi" diyerek, naklin bilimsel cephesindeki eksikliklerden kaynaklanan üzüntüsünü dile getirdi.
Benim kişisel görüşüm ise bu olayın ne doğal mumyalanmaya, ne de sabunlaşmaya tam olarak uymadığı yönünde... Haberci ve belgeselci olarak dünya üzerinde çok gezdim. Uzak ülkelerdeki müzelerde doğal mumyalar da gördüm, sabunlaşmış cesetler de... Belgeselde anlattığım durum ile onların durumu bir miktar farklı. Çünkü doğal mumya ve sabunlaşma örneklerinde bedenler zaman içinde âdetâ birer heykel gibi katılaşıyor. Onlara dokunmak, ellerini kollarını hareket ettirmeye çalışmak ise vücudun tıpkı bir kraker gibi kırılmasına yol açıyor. Her ne kadar bütünlükleri bozulmadan korunsalar da sabunlaşmış bedenler dayanıksız ve çok kırılgan. Bizim olayımızdaki bedenler ise asırlar sonra hâlâ büyük ölçüde yumuşak ve elastikî durumda... 
Başta da dediğim gibi, yalan konuşarak ilerlemeyi sevmem, çünkü hiç kimseye yalan borcum yok. Benim, bu filmin metin yazarı ve yönetmeni olarak durduğum nokta şöyle:
Görünür evren ve dünya, fizik yasalarına göre yaratılmıştır. Mikro evren hariç, bildiğimiz evrende ve onun bir parçası olan dünyamızda Newton fiziği işler. Fakat, tarih boyunca, çok sık olmasa da bazı durumlarda o bilinen fizik yasaları duraklamış ve son sözü “büyük patron” söylemiştir. Her zaman değilse bile, insanlığın büyük kırılma anlarında... Hz. Mûsâ’nın Kızıldeniz’i yardığı günkü gibi... Ya da Sodom ve Gomorra şehirlerinin yok edilişi gibi...
Ben fizik yasalarını askıya alan bu tür kural dışı oluşumlara belli ölçüde inanırım. Bana göre evrenin bir yaratıcısı, hâkimi ve yöneticisi var. O dilerse, söz gelimi yerçekimi yasası beş dakikalığına duraksayabilir. Fakat, bu gibi netameli konuları ele alırken, bilimin açıklamalarından çok uzaklaşmamak üzere ciddi bir özen de gösteririm.
Madde ve madde ötesi arasındaki hassas dengeyi titizlikle korumak gerekiyor. Dindarlık, beyinsizlik demek değildir.

Arkeolojikhaber: Yeniden kazıya dönersek... Nakiller, o dönemde terör gerilimine rağmen başarılı bir şekilde tamamlandı. Pekiyi, nakillerde görev alan çekirdek ekip, bu olay hakkında konuşmama yeminini neden ve nasıl bozdu? Siz nasıl başladınız belgeseli çekmeye?

Ali Murat Güven: Ekip, yeminine iki yıl kadar tam bir titizlikle uydu. Ta ki ekipteki din âlimi Molla Ömer Kalkan, bölgeye gelen iki gazeteci tarafından, o tarihe kadar fısıltı gazetesiyle yayılmış durumdaki söylentileri doğrulaması için sıkıştırılana kadar...
2010 yılında vefat eden Kalkan Hoca, kendisine yapılan aşırı baskıya dayanamayarak, dört günlük kazı sürecinde yaşadıklarını o iki gazeteciye belli ölçüde anlatıyor, onlar da İstanbul’a döner dönmez bu olayı, içine biraz da kendi fantazilerini katarak haberleştiriyorlar. Halen, Türk medyasında, bu olaya ilişkin kayıtlara geçmiş tek basılı haber budur. İnternete ya da sosyal medyaya girdiğinizde bulacağınız diğer bütün bilgiler yalanıyla doğrusuyla, 1997 yılında yayımlanmış olan o haberden türetilmiştir.
Kendi adıma, benim de bu belgeselin yönetmeni olarak en büyük üzüntüm, Ömer Kalkan Hoca’ya sağ iken ulaşamamış olmaktır. Çünkü, kazı ekibi içinde peygamberlerin ölü bedenleriyle en fazla yakınlaşan, onları en ayrıntılı şekilde inceleyen kişi oydu. Ömer Hoca’yı sağlığında bulup konuşturamamış olmanın eksikliğini film boyunca sürekli hissettim.
Kader diyelim. O yaşarken de benim elimde böyle bir imkân yoktu.
1996-2001 yılları arasında Star Televizyonu’ndaki efsanevî “Teksoy Görevde” programında Sadettin Teksoy ile çalıştım. Allah Sadettin ağabeye uzun ömür versin, kulakları çınlasın. Kendisi, belgesel film yapımcılığında benim ustamdır. 4 kıtada 50'nin üzerinde ülkede birlikte haber ve belgesel çektik. Uluslararası bir belgesel çekiminin ön hazırlıklarını, oraya en az kaç kişiyle ve hangi ekipmanlarla gidilmesi gerektiğini, izin yazışmalarının nasıl yapılması gerektiğini ve daha pek çok önemli konu başlığını hep ondan öğrendim. Belgeselci tarafım Sadettin ağabey sayesinde atak yapıp gelişti. Onunla öyle zorlu coğrafyalara gidip öyle girilmez bölgelere, öyle mezarlara, antik kentlere girdik ki bugün Türkiye’nin herhangi bir yerindeki bir belgesel film çalışması bana bir noktadan sonra sinek vızırtısı geliyor, yapım sürecini nasıl yöneteceğimi ezbere biliyorum.
Bu projede de 2021 yılında, Ankara’da Selim Çapar ile yaptığımız ilk çekimlerin öncesinde bir yol haritası çıkardım ve çalışmalara başladım. Sürecin bir numaralı kahramanı Çapar’a ulaşırsam, ekibin diğer üyelerine de bir şekilde ulaşabileceğimi biliyordum. Selim bey bu zorlu projedeki kilit isimdi. 1995 yılında Eğil’de kaymakamlık yaparken henüz 30 yaşındaydı. Ondan öncesi gibi sonrasında da daha birçok ilçede kaymakamlık yapmış, en sonunda Ankara’da merkeze alınıp İçişleri Bakanlığı bünyesinde kıdemli bir bürokrat olmuştu. Yanı sıra, akademik hayatta doçentlik unvanına da hak kazanarak, başkentteki bir üniversitede kamu yönetimi dersleri vermeye başlamıştı.
Fakat, onun bugünkü meslekî konumunu tespit etmek ve e-postasına ulaşmak epeyce zamanımı aldı. Sonunda, geçerli bir e-posta adresi bulunca, 2021 yılı Temmuz ayında kendisine derdimi samimi bir şekilde anlatan uzun bir mesaj gönderdim.
Fakat, yaklaşık iki ay boyunca hiçbir cevap gelmedi. Bu süreçte, "Acaba yaşadığım öncü olayların, bütün o öngörülerin, mânevî vaadlerin, kehanetlerin hepsi sadece benim hezeyanlarım mıydı?" şeklinde derin bir kuşkuya da düştüm açıkçası...
Beklediğim o dostça, yardım etmeyi kabul eden cevabî mesaj bir türlü gelmiyordu.
Meğerse, olup biten çok farklıymış. Bunu da iki ay kadar sonra Sayın Çapar’ın asistanından sürpriz bir telefon alınca öğrendim. Asistan hanım, “Aradan 26 yıl geçmiş. Görüşmek istediğiniz konuyla ilgili olarak bir konuşma yasağı söz konusu olduğundan, Selim Hoca doğrudan İçişleri Bakanlığı makamına yazarak bu konuda kameralar önünde açıklama yapmasının hukukî ya da idarî bir engeli olup olmadığını sordu. Çünkü, o yasak halen devam ediyor mu, biz de bilmiyorduk. Sayın Bakan’dan cevap henüz bu hafta geldi ve bu konuyla ilgili gizliliğin 25 yılın ardından artık kalktığı bildirildi. Selim Hoca sizi ve çekim ekibinizi önümüzdeki günlerde müsait bir gününde kabul edecek.”


Doç. Dr. Selim Çapar, bu çalışmada benim en büyük şansımdı. Ömrünün 40 yıla yakın bir bölümünü devlete vermiş dört dörtlük bir bürokrat... Disiplinli, ciddi, yardımsever, sözünün eri...
Beni ve çekim ekibimi 9 Kasım 2021 günü Ankara’da, başkanlığını yürüttüğü, İçişleri Bakanlığı’na bağlı AREM’de (Araştırma ve Etütler Merkezi) ağırladı. AREM’e gittiğimizde, o dönemdeki konuyla ilgili yaptığı bütün yazışmaları, elindeki belgeleri ve fotoğrafları bizim için önceden hazırlamıştı. Olayları kameralarımız önünde en ufak bir ayrıntıyı bile atlamadan, mükemmel şekilde, kronolojik olarak anlattığı gibi, nakil sırasında orada bulunan diğer ekip üyelerinin hayatta olanlarını biz gelmeden önce arayıp, yaptığımız çalışma hakkında bilgi vermişti. Böylelikle, nakilde çok önemli role sahip diğer 2-3 kişiyle de fazla yorulmadan, zaman yitirmeden iletişime geçmemizi sağladı. O kişilere de aralarındaki eski dostluk bağlarına güvenerek, bizlere çekimlerde yardımcı olmaları için özellikle ricada bulundu.


Selim Hoca’yı sevgi, saygı ve minnetle anıyorum. Çünkü, onun açtığı ilk yoldan ilerleyince yolumuz büyük ölçüde kısaldı ve çalışmanın gerisi de çorak söküğü gibi geldi.
Sonrasında, benim bakış açımla ifade edersek, “mucizeler teker teker devam etti.”
Filmcilik sektöründe olup, böyle bir belgesel yaptığımı duyan bütün dostlarım, yediden yetmişe bu işin bir tarafından tuttu. Dramatik bölümlerde kullandığımız kostümleri tasarlayıp diken Neşe Hatun hanımefendi, Türkiye’nin önde gelen film kostüm tasarımcılarından biri; kendisi yalnızca yerli sinema-TV sektörüne değil, yabancı yapımcılara da çalışıyor. Normal koşullarda kostümler için ondan destek almaya ekonomik gücümüz kolay kolay yetmezdi. Fakat, Neşe Hanım hikâyemizden öylesine etkilendi ki, “Benim de çorbada bir tuzum olsun. Sizden yalnızca kostümlerin malzeme giderlerini alacağım, tasarımlar ve işçilik emeği benden olsun” dedi. Filmde, her iki peygamberin canlandırıldığı sahneler başta olmak üzere, tarihsel kostümlerin ne denli inandırıcı durduğunu siz de gördünüz.
Aynı şekilde, ülkemizin duayen seslendirme sanatçılarından, davudî sesini şimdiye kadar yüzlerce reklamda, tanıtım filmi ve haber programında duyduğumuz sevgili Cahit Şaher ağabey de anlatıcı ses metni 40 sayfayı aşan böylesine uzun bir filmde, kendisini gerçek ve güncel kaşe ücretiyle en ufak bir ilişkisi olmayan simgesel bir ücret talep ederek, bize dostça bir destek verdi. Film onun muhteşem sesiyle kat be kat değer kazanırken, bütçedeki seslendirme kalemi de bizi çok fazla sarsmamış oldu.
Aynı şekilde, amatör ve profesyonel oyuncularımın tamamına yakını drama bölümlerinde ya hiç ücret almadan ya da simgesel birer ücretle oynadılar.
Yine her iki video kurgu editörüm, Olgun Özcan ve Ahmet Hakan Demirkaya da sektördeki rayiç bedellerin çok altında ödemeler karşılığında tamamladılar bu zor filmi...
İki ayrı 3D animatör, Muhammed Demirel ve Yusuf Karasu, birbirinden zahmetli 3D animasyonları topu topu bir öğle yemeği parası sayılabilecek bedeller karşılığında hazırlayıp teslim ettiler.
Emin olun, iki yıl boyunca nasıl olduğunu tam anlayamadım, fakat projeye dahil olan herkes işin bir tarafından tuttu ve sonuçta film, aslında harcatabileceği bütçenin dörtte biri gibi bir bütçeyle tamamlandı. Bu bütçeyi de nitelikli kültür ve sanat projelerine destek vermeyi seven, aynı anda hem uluslararası deniz hukukuna vâkıf uzman bir avukat, hem de kalburüstü konut projelerine imza atan zevk sahibi bir müteahhit olarak iki farklı sahada çalışan iş adamı dostumuz Muhammet Fatih Vural ve onun yakın zamanda kurduğu MFV Vakfı karşıladı.
Velhasıl, 26 ay süren yapım serüveni boyunca madden ve mânen her ne zaman tıkansam, o tıkanıklık kısa süre içinde aşıldı ve yolumuza güvenle devam ettik. İşe başlarken ev kiramı ödeyebilecek durumda değildim, bitirdiğimizde ise bir şekilde aralıklarla 40.000 Amerikan Doları temin edip harcamış durumdaydık.
Kurguyu bir yıl boyunca kiralık bir bilgisayarda yaptık. Ekonomik sıkıntılar yüzünden, bende çekimlerin ikinci bir kopyası yoktu, o kadar büyük kapasiteli bir yedek hard-disk alamamıştım.
Ve günlerden bir gün kiralık bilgisayarımız feci şekilde çöktü. Stüdyoya teknisyenler geldi, makineden ziyade hard-diski kurtarmak için uğraştılar., Ve içinde filmin o ana kadar yapılmış tek kopyası bulunan hard-disk mucizevî bir şekilde çöküşten kurtarıldı. Oysa, ağır bir voltaj sıçrama arızası yaşamıştı ve çiplerinin yanmış olması gerekiyordu. O kazadan da büyük bir hasar almadan yırttık.


Diyarbakır çekimlerimiz sırasında, çok istememe ve bu iş için personel ve ekipman kiralamama rağmen, Eğil’deki peygamber türbelerinin üzerinde ve civarında dronla çekim yapabilme iznini bir türlü alamadık. Bölgenin tamamı havadan çekime kapatılmıştı, “askerî güvenlik bölgesi” muamelesi görüyordu. Havadan çekim olmaması da filmimiz için çok ciddi bir eksiklikti.
Diyarbakır’dan ayırılıp İstanbul uçağına binmemize iki saat kala, Eğil Belediye Başkan Yardımcısı Engin Demirel ile makamında oturmuş son bir veda çayı içerken, başkan bana neden hiç keyfimin olmadığını sordu. Canımın sıkkın oluşunu yüzümden fark etmişti. Ben de kendisine bölgede havadan çekim yapamamaktan dolayı çok mutsuz olduğumu söyledim. Bunun üzerine belediye başkan yardımcısı masaüstü bilgisayarını bana doğru çevirerek, “Derdiniz bu olsun Ali Murat bey, ben lisanslı dron pilotuyum, sizin çekim yapmayı istediğiniz yerleri şimdiye kadar defalarca çektim. Boş bir hard-disk verin, elimdeki bütün bu görüntüleri yarım saat içinde sizin hard-diske aktaralım” karşılığını verecekti.
İşte böyle... Ki daha fazla zamanınızı almamak için anlatmadığım, unuttuğum ya da bilerek atladığım yığınla başka mucizevî tezahür var. O yüzden, ben bunları anlattığımda bana müstehzî gülümsemeler eşliğinde bakanları pek fazla ciddiye almıyorum. Çünkü, bu süreçte neler yaşadığımı gayet iyi biliyorum.
Bütün bu yaşadıklarımızdan dolayıdır ki filme başlarken kurduğumuz ve projenin bütün ticarî işlemlerini üzerinden yürüttüğümüz yapım şirketine de “Mucize Filmcilik” adını verdik. Fazlasıyla hak edilmiş bir şirket ismi oldu.

Arkeolojikhaber: Sabırsızlıkla haberleştirmek istediğimizden dolayı, sizin bu belgesele ilişkin lansman çalışmalarınızı ilk aşamasından itibaren dikkatle takip ediyoruz. Geçen Nisan ayında başlayan ilk aşama lansmanlarınızda tuhaf bir durum dikkatimizi çekti. Filmin hiçbir görselinde, ne metin yazarı, ne yönetmen, ne de oyuncu olarak sizin adınız geçmiyordu. Onun yerine metin yazarı ve yönetmen olarak “Ali Kemâl Güney” şeklinde bir isim göze çarpıyordu. Sonrasında, geçen haftadan itibaren sosyal medyada dolaşmaya başlayan yeni görsellerde sizin adınızın da yer almaya başladığını fark ettik. Bu tuhaf durum tam olarak neden kaynaklandı?

Ali Murat Güven: Evet, doğrudur. Başlangıcından kurgusundaki son aşamaya kadar uzunca bir süre bu filmdeki rolümü, varlığımı gizlemek durumunda kaldım. “Peygamber’e Dokunmak”ın bana ait, benim aklımın eseri bir çalışma olduğunu ancak son bir-iki aydır özgürce söyleyebiliyorum. Çünkü, projenin henüz ilk aşamasında tanıştığım, önceleri bu çalışmayı“sadece geleneksel bir sponsor olarak, Allah rızası için destekleyeceğini” beyan eden, sonraki aşamalarda ise ekip olarak üzerimizde kurduğu abartılı tahakkümle filmin örtülü patronuna dönüşen genç bir iş adamı beni bu şekilde geri plana çekilmeye zorladı.
O kişi, mevcut iktidara fazlaca yakın bir iş adamları grubundandı. Yapım sürecine birkaç kez parasal destek gönderdikten sonra, iktidarın medyasından bazı kişilere, “Yönetmen Ali Murat Güven ile böyle böyle bir belgesel film yapıyoruz” demiş, konuştuğu kişiler de “Aman ha, Ali Murat Güven iktidar kanadında ambargolu bir isimdir. Ya o işten çekil, ya da onu bu projede pasifize et, sen ön planda ol” diye akıllar vermişler. Bu akılları dinledikten sonra, söz konusu projeyi “Allah rızası için destekleyeceğini” söyleyen sponsorumuzun özellikle bana yönelik saygılı tavırları hızla değişti, sözleri ve tutumları gitgide daha nobran bir görünüm aldı. Yakın zamanda da kendisiyle filmin estetik yaklaşımında son söz hakkı noktasında ciddi bir yetki krizi yaşadık. Ki bu olay, filmin yapım süreci boyunca yaşadığım tek hayâl kırıklığıdır, biricik kötü durumdur. Bir sanat eserinin sponsorluğu anlamında tamamen yanlış bir kişiydi, bu işler kesinlikle ona göre değildi.
Şükürler olsun ki, ben derin bir ümitsizlik içinde, neredeyse Noter’de filmin bütün haklarını kendisine uyduruk bir bedel karşılığı bırakmaya hazırlanırken, eski ve aziz bir dost, hukukçu Muhammet Fatih Vural ve yönetim kurulu başkanlığını üstlendiği vakfı MFV duruma el koydular, bu beyefendiden o ana kadar gelen bütün sponsorluk ödemelerini kendisine kuruşu kuruşuna iade ederek filmi yeniden benim uhdeme verdiler. Böylelikle, adım da filmin jeneriklerine, posterlerine, tanıtım materyallerine yeniden girebildi. Çünkü, MFV, var olmak için iktidarın ihsanlarına ihtiyacı bulunmayan, öz kaynakları yeterince güçlü ve tam bağımsız bir sivil toplum kuruluşu...
Oluyor bazen böyle yol kazaları, önüne gelen herkesin kültürel ve sanatsal çalışmalara sponsor olmaya soyunmaması gerekiyor. Çünkü, bir film yapmayı, otomobil lastiği ya da cıvata üretmek gibi görenler çıkabiliyor.

Arkeolojikhaber: İzleyiciler belgeselinizi ne zaman izleyebilecek?

Ali Murat Güven: Öncelikle, kısa süre içinde üst üste iki gala yapacağız. Hem İstanbul’da, hem de Diyarbakır’da... Bunlardan ilki, filmi medya mensuplarına, arkeologlara, bilim ve ilâhiyat çevrelerine ulaştırıp tartıştırabilmek amacıyla, ikincisi de bize bu fırsatı veren şehre gönül borcumuzu ödeyebilmek için...
Ne MFV Vakfı, ne de ben, bu filmden öyle aman aman ekonomik bir kazanç beklemiyoruz. Türkiye’de belgesel sinemanın pazar çapı belli... Yeni bir belgesel film projem var. Ülkemizde yayında olan dijital bir platform belgeselimizi satın alıp gösterime sunarsa, karşılığında da dişe kovuğa gelir bir telif öderse, gelen bütçe yeni projemin bütçesi olacak.
Bu projeyi öncelikle mânevî bir misyon olarak gördüğümüzden dolayı, ne benim, ne de arkamda duran vakfın önceliği para pul değil... Hiçbir alıcı bulamazsak, o zaman sonbaharda YouTube’a yükler ve bütün dünyanın ücretsiz izlemesini sağlarız!
En büyük özlemimiz, yıllar yılı terörle bir arada anılan Diyarbakır ve çevresinin, özellikle bu film dünya çapında gösterime çıkıp iyice tanındıktan sonra üç büyük semâvî dinin bağlılarının coşkuyla ziyaret ettikleri, Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl’in kabirlerinde omuz omuza dualar ettikleri bir inanç turizmi merkezine dönüşmesidir.
Dediğim gibi, ne ben, ne de paydaşlarımız, bu filmle voliyi vurmayı falan hayâl etmedik. Güzel vatanımızın hayrına olabilecek türden bir şeyler yapmak, karşılığında da tebrikler, takdirler, dualar almak istedik. Anadolu’nun nasıl muhteşem bir diyar olduğunu, burada var olan kadim kültürler ve zenginlikleri, halkların kardeşliğini hem ülkemize, hem de bütün dünyaya gösterebileceğimiz bir fırsat sundu bu gizemli hikâye bize...
Hatırlarsınız, 2014 yılında, gencecik bir Türk kadın yönetmenin kısıtlı imkânlar eşliğinde çektiği “Kedi” adlı belgesel film, İstanbul’un bütün dünyadaki imajını kısa sürede değiştirmiş, bu şehrin küresel ölçekte “kedilerin cenneti” olarak tanınmasına yol açmıştı.
Sinema, özellikle de belgesel sinema, doğru zaman ve doğru yerde hiç umulmadık sonuçlara yol açan bir sanat dalıdır.
Bir sinemacı, bir filmle bu gibi hayâllerin ne kadarını başarabilirse, ben de o kadarını talep ediyorum Yaradan’dan...

Ali Murat Güven Kimdir?

1968 yılında İstanbul’da doğdu. Medya ile ilişkili bir aile şirketinin eğitici-öğretici ortamında büyüdü; bu nedenle çocukluktan itibaren kültür-sanat gazeteciliği ve sinemaya yakın bir ilgi duydu.
1985-1989 yılları arasında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi (o zamanki adıyla Basın-Yayın Yüksekokulu) Radyo-TV-Sinema Bölümü’nü bitirdi. Ardından, aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde sinema üzerine iki yıl süreyle yüksek lisans eğitimi aldı.
Aktif sinemacılık yaşamına 1980’lerin ortalarında, okul arkadaşlarıyla birlikte süper 8 mm formatında kısa filmler çekerek başladı. Bu filmlerden biri olan 9 dakikalık “Pasif Direniş” ile 1989 yılında İFSAK Ulusal Kısa Film Yarışması’nda bir “özendirme ödülü” kazandı.
Meslek hayatı, zaman zaman ana akım medyada gazetecilik ve televizyonculuk yaparak, bazı ara dönemlerde de film yapım şirketlerinde senaristlik, kameramanlık, yönetmen yardımcılığı, yönetmenlik ve yapımcılık görevlerini üstlenerek geçti.
Özellikle, 1996-2001 yılları arasında bünyesinde muhabir-editör olarak yer aldığı, o dönemin en popüler reality showlarından biri olan “Teksoy Görevde” (Star TV) programında, yurt içi ve yurt dışında belgesel film çekmenin püf noktalarını en ince ayrıntısına kadar öğrendi; bir belgesel projesinin proje geliştirme evresinden finansman teminine, çekim izinlerinin alınmasından sahadaki çalışmalarına, çekim sonrası teknik yapımından kitlesel tanıtım ve pazarlamasına kadar bütün aşamalarında ileri düzeyde tecrübe kazandı.
Bu program kapsamında metin yazarlığı ve saha yönetmenliğini gerçekleştirdiği “Kuzey Kutbu: Soğuğun Kalbine Yolculuk” adlı televizyon belgeseliyle o yıl İstanbul Medya Mensupları Derneği’nden “Yılın TV Belgeseli” ödülünü kazandı. Söz konusu yapım kapsamında Türk televizyoncuları ilk kez Kuzey Kutup Bölgesi’ne (Grönland) gitmiş ve bir belgesel film çekimi yapmışlardı. Anılan 90 dakikalık program, Türk televizyonculuk tarihinin o döneme kadarki bütün rating rekorlarını kırdı, “Teksoy Görevde” programını Türkiye’deki modern televizyon efsanelerinden birine dönüştürdü.
Öte yandan, basılı ve görüntülü medyada haberci olarak geçirdiği yıllarda yüzlerce sinema haberi hazırladı, TRT ve özel kanallarda sinema konulu programlarda uzman konuk, yapımcı, yönetmen, sunucu pozisyonlarında yer aldı, günlük bir gazetede (Yeni Şafak) 7 yıl kesintisiz şekilde kendisinin kurmuş olduğu sinema sayfasını yönetti ve film eleştirmenliği yaptı.
30 yılı aşan aktif meslek yaşamında, bazıları belgesel sinemayla, bazıları da sinema yazarlığıyla ilişkili olmak üzere pek çok ödül, takdir beratı, başarı plaketi kazandı. Aynı süreçte, kuruluşunu ilk kez kendisinin gerçekleştirdiği kısa film ve belgesel yarışmalarında görev yaptığı gibi, öteden beri süregelen başka yarışmalarda da 20’ye yakın jüri üyeliği-jüri başkanlığı görevi üstlendi.
2018 yılında gazetecilikten emekli olmasıyla birlikte, belgesel sinema alanına tam zamanlı şekilde yoğunlaştı ve 2018-2019 yıllarında “Welcome Missouri”, 2022-2024 yılları arasında da “Peygamber’e Dokunmak” adlı iki uzun metrajlı belgesel film hazırladı.
Sürekli basın kartı sahibi olan Ali Murat Güven, iyi düzeyde İngilizce bilmektedir ve 2024 yılı itibarıyla 30’u aşkın ülkede belgesel film çalışması yürütmüştür.
2014 yılında yayımlanmış, her ikisi de sinemayla doğrudan ilişkili olan “Rozetini Satmayan Aynasız” ve “Türk Sinema Tarihi’nde Tüccar ve Ticaret” adlı iki kitabı bulunmaktadır. Evli ve iki kız çocuğu babasıdır.
Güven, meslek hayatının önemli bir bölümünde muhafazakâr sağa yakın basın-yayın organlarında görev yaptığı için sistemin hâkim yürütücülerinin ideolojik ambargolarıyla karşılaşmış, bütün temel gerekliliklere fazlasıyla uymasına rağmen Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve SİYAD gibi kurumlara sıradan bir üye olarak dahi kabul edilmemiştir.

Hiçbir derneğe ya da meslek örgütüne üye değildir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) gibi bazı meslek örgütlerine üye olmak üzere yaptığı başvurularda da (o dönemlerdeki siyasal görüşleri nedeniyle) reddedilmiştir.

FİLMOGRAFİ:

- “Kaynama Noktası” (Süper 8 mm, 1984)
- “Kâbus” (Süper 8 mm, 1985)
- “Pasif Direniş” (Süper 8 mm, 1989)
- “38. Arz Dairesi” (Süper 8 mm, 1990)
- “Kuzey Kutbu: Soğuğun Kalbine Yolculuk” (Analog Betacam Video, 1997)
- “Peru: İnkalar’ın Ülkesine Yolculuk” (Analog Betacam Video, 1998)
- “Mısır: Firavunların Ülkesine Yolculuk” (Analog Betacam Video, 2000)
- “Welcome Missouri” (4K Dijital Video, 2019)
- “Peygamber’e Dokunmak” (4K Dijital Video, 2024)
- “Angora 1402: Kim Haklıydı?” (4K Dijital Video, 2025-Hazırlanıyor)
- “Modern Zamanların En Gizemli Medyumu: Bahar Tekedurduyeva” (4K Dijital Video, 2025-Hazırlanıyor)

JÜRİ ÜYELİKLERİ:

2000-2014 yılları arasında 20’ye yakın kısa film ve belgesel yarışmasında jüri başkanlığı ve jüri üyeliği yapmıştır. Bu yarışmalardan bazılarının kuruluşunu da yine kendisi üstlenmiştir.

SİNEMA KONUSUNDA YAYIMLANMIŞ ESERLERİ VE MAKALELERİ:

- 1990-2024 arasında sinema konulu yüzlerce haber-araştırma dosyası, film eleştirisi, röportaj, TV programı
- “Rozetini Satmayan Aynasız: Frank Serpico” / 2014
- “Türk Sinema Tarihi’nde Tüccar ve Ticaret” / 2014
- “İçinden İstanbul Geçen Unutulmaz Yabancı Filmler” / 2025 (Hazırlanıyor)

SOSYAL MEDYA İLETİŞİM ADRESLERİ:

www.alimuratguven.com (Kişisel Site)
https://www.imdb.com/name/nm10809855/ (IMDb Kaydı)
https://x.com/guvenalimurat (X Hesabı)
https://www.facebook.com/guven.alimurat/ (Facebook Hesabı)
 
 


Benzer Haberler & Reklamlar