Hattuşa arkeoloji kazıları başkanı Prof. Dr. Andreas Schachner'e göre; Hititlerin tarihsel önemi bozkır ve marjinal bir coğrafyada etkin ve uzun süreli yaşayan bir devleti kurması, ayakta tutması, dengelemesinde yatıyor.
1986 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınan Hattuşa (Boğazköy), Hitit İmparatorluğu’nun başkenti olarak Anadolu’da yüzyıllar boyu çok önemli bir merkez oldu. Yazılı kayıtlara göre ilk Hitit Kralı Anitta Hattuşa’yı yakıp yıktıktan sonra yerine yaban otları ektirdi. Ve bir de lanet yazdırdı: ‘Benden sonra her kim kral olur ve Hattuşa’yı yeniden canlandırırsa gökyüzünün Fırtına Tanrısı onun belasını versin.’’ Yaklaşık yüzyıl sonra şehir, I. Hattuşili tarafından tekrar kurularak 400 yıldan uzun bir süre hüküm sürecek bir uygarlığın başkenti haline getirildi.
M.Ö. 2000-1200 tarihleri arasında Anadolu toprakları üzerinde hüküm sürdüğü döneme damgasını vuran Hattuşa’da 2006 yılından beri kazı çalışmalarını yürüten Prof. Dr. Andreas Schachner, Tunç Çağı ve Demir Çağı’na yoğunlaşan çalışmalarıyla biliniyor. Bu konuda çok sayıda yayını bulunan Schachner, uzun yıllardır Alman Arkeoloji Enstitüsünde çalışmalarına devam ediyor.
Hattuşa arkeoloji kazıları başkanı Prof. Dr. Andreas Schachner, Hitit imparatorluğunun ne etnik ne de linguistik bakımından. homojen toplum olmadığına, sınırlarında en az 4-5 dilin konuşulup yazıldığına dikkat çekti ve dini olarak da heterojen akımları barındırdığını belirtti. Hitiler, böylesine çok unsurlu bir toplumu en az 400-450 sene boyunca ortak bir kimliğe bağlamayı başarmıştı.
Prof. Dr. Schachner, Gazete Duvar'dan Nuray Pehlivan ile İç Anadolu bozkırında emperyal güç Hititleri, sosyal yaşantılarını ve Anadolu kültürü üzerindeki etkilerini konuştu:
> Öncelikle kazı başkanlığını devraldığınız 2006 yılından beri yaptığınız çalışmaları kısaca anlatır mısınız?
> Bizim en önemli çalışmalarımızdan birisi Yukarı Şehir’de bulunan üst düzey bir devlet görevlisinin konutu veya karargahını açığa çıkarmak oldu. Bu sayede ilk kez bir bütün olarak üst düzey bir yöneticinin nasıl yaşadığını, nasıl bir ilişki içerisinde olduğunu anlayabildik. Aşağı Şehir’de yaptığımız çalışmalarda özellikle kronoloji üzerinde duruyoruz. Eskiden özellikle yazılı kaynaklarda Karum dönemi ile Hitit dönemi arasında bir kopukluk olduğu düşünülüyordu. Fakat yeni kazılar ışığında arada bir kopukluk olmadığını, yönetim değiştiyse de iskanın sürekli olduğunu söylemek mümkün oldu.
Bunun dışında şehrin büyüklüğüne dair veriler ortaya çıktı. Burası daha önce sadece bir Hitit şehri olarak düşünülüyordu. Fakat bu süreç içinde kentin nasıl değiştiğini hangi kriterlere göre değiştirildiğini de gördük. Hititlerin kendi planlamaları ile ortaya koydukları anıtsal binaları özellikle bu kentin bir beylik başkentinden nasıl bir krallık başkentine çevrildiği ve sonra bir imparatorluk metropolü haline gelmesini görmemiz mümkün oldu.
> Mısır, Sümer, Babil gibi ilkçağ medeniyetlerinin verimli geniş ovaları sulayan büyük nehirlerin kenarlarında, deltalarda kurulmuş olmalarına karşın kıt kaynaklara sahip İç Anadolu’nun bozkırında Hititlerin emperyal bir güç haline gelmelerinin sırrı nedir?
> 1900’lü yılların başında Hattuşa’nın Boğazköy’de olduğunu keşfettikleri zaman o zamanki bilim insanlarının varsayımları yıkıldı. Çünkü dediğiniz gibi o döneme kadar imparatorlukların ya da yüksek kültürlerin sadece büyük nehirlerin kenarlarında oluştuğu düşünülüyordu. Ama Hititlerin bunu nasıl becerdiklerini anlamamız çok uzun sürdü. Boğazköy’de hem yeraltı hububat ambarları hem de su hazneleri halinde barajlar ortaya çıkarıldı. İşte bu yeraltı hububat ambarları sayesinde Hititler İç Anadolu’da zaman zaman ortaya çıkan kıtlık durumlarını aşabiliyorlardı. Fakat şunu da vurgulamak gerekiyor. Bu siloların içinde saklanan arpa ve buğdaylar insanın yemesi için düşünülmemişti. Daha ziyade hayvan yemi ya da tohumluk malzeme olarak depoladıklarını düşünmemiz lazım. Başka kültürlerle karşılaştırdığımız zaman böyle bir yöntem ön plana çıkıyor. Boğazköy’de ya da bütün Hitit kentlerinde görülen havuzlar da içme suyu ihtiyacını karşılamak için kullanılmamıştır. Çünkü su orada 5-6 ay durduğu zaman insan tarafından içilemez. Fakat bu suyla özellikle küçükbaş ya da büyükbaş hayvan sürülerinin ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Böylelikle taze içme suyu insanlara kalıyordu. Bu şekilde havuzları kullanarak hayvan sürülerini çok kolay bir şekilde büyütebiliyorlardı. Çünkü hayvan sürülerini beslemek için yer sıkıntısı olmasa da su sıkıntısı vardı. Su problemini de bu tarz barajlar ya da göletlerle giderebiliyorlardı. Bunlar Hitit ekonomisinin gelişmesinde ya da bir artı üretime ulaşmasında çok önemli. Hititler daha önceki kültürlere göre bütün toplumu çok daha sıkı bir şekilde organize edip böylece üretimi daha güçlü hale getirebilmişler.
Tabii yazının kullanılması da bir başka etken. Anıtsal sanat eserleriyle mesaj vererek ideolojik düşünce tarzını yayıyorlardı. Ama aynı zamanda kimlik ve aidiyet duygusunu beslemek için kullanıp Anadolu’da hakim olan heterojen dili bir nebze ortadan kaldırabiliyorlardı. Hitit imparatorluğu homojen bir topluma sahip değildi. Ne etnik ne de linguistik bakımından. Çok mozaik bir toplumdu. Bu toplumda en az 4-5 dilin konuşulup yazıldığını, dini olarak da heterojen akımları barındırdığını biliyoruz. Bu şekilde bir toplumu en azından 400-450 sene boyunca ortak bir kimliğe bağlamayı başardılar. Hititlerin gücünün sırrı burada yatıyor.
Hititlerin mozaik bir toplum olduğunu söylediniz. Peki, göçlerle ilgili yazılı bir belge var mı?
Hititlerde mülteci ya da göç diye bir kavram yoktu. Çünkü o dönemde Anadolu’da sadece birkaç milyon insan yaşıyordu. İstenilen yerde istenilen büyüklükte köy kurup yerleşilebilirdi. Metinlerden ekonomik anlamda en büyük problemin iş gücü olduğunu biliyoruz.
Hititler savaşları kazandıkları ülkelerdeki insanları esir olarak getiriyorlardı. Ama esirleri getirme nedenleri çalıştırmak ya da kendi toplumlarına katmaktı. Onlara çok kötü davranmadılar. Çünkü bunu yapsalar çok rahat kaçabilirlerdi. Bu yüzden esirler de topluma dahil ediliyordu. Hatta esirler çiftçilere dağıtılıyor ve o ailelerin miras listesinde yer alıyordu. Yani çok fazla ayrımcılık yoktu. Çünkü ayrımcılık yapılsa kaçmaya eğilim gösterebilirlerdi. Bu nedenle o dönemin toplumları çok daha geçirgendi.
Bugün karşılaştığımız bu meseleler milliyetçilik düşüncesinin dünyaya gelmesiyle birlikte problem olmaya başladı. Yani o zaman insanların göç etmesi olağanüstü bir durum olarak görülmüyordu. Hitit kültüründe diğer yan komşu kültürlerinde de olduğu gibi bu anlamda bir düşünce tarzı yoktu. Hiç kimse bu toplumda dil veya din olarak ‘herkes homojen olmalı’ diye düşünmezdi.
> Türkiye’de bazı bilim insanları tarafından Hattice, Sümerce ve Türkçe arasında benzerlikler olduğu, hatta Hatti ve Sümerlerin Türk oldukları doğrultusunda bazı tezler ileri sürüldü. Hitler döneminde bazı Alman bilim adamlarının da Hititlerin Almanların atası olabileceği görüşü ile ilgilendikleri doğru mu? Siz bu kültürlerin ilişkisi hakkında neler diyebilirsiniz?
1920’li yıllarda Türkiye’nin resmi tarih yazılımında Osmanlı geleneğini veya İslami geleneği reddetme, ondan uzak durma eğilimi vardı. Güneş Dil Teorisi olarak ortaya atılan bir tezle birlikte özellikle Atatürk’ün bastırdığı bir konu bu. Ama bu bakış açısı yeni kurulan cumhuriyetin kimliğini oluşturma çabasından kaynaklı gerçekle alakası olmayan bir akımdı. Bazı tarihçiler yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişine bir köprü aramak çabasındaydı. Onlar Hitit dönemindeki Anadolu’da ne kadar farklı kavim veya halk yaşayıp yaşamadığını düşünmediler bile. Zaten o dönemde o kadar detaylı bilgiye sahip değildik. Bunu da vurgulamak lazım. Hatti ve Sümerce ile Türkçe arasında bir bağ kurmaya çalışıldı. Fakat o dönemde de dil bilimciler bunu reddettiler. Çünkü tamamen hayal ürünü olduğu o zaman da biliniyordu. Daha çok siyasi bir yaklaşımdı.
1931 yılında Boğazköy’de kazı yapılmasının Almanya’daki o dönemin ırkçı akımıyla hiçbir alakası yoktu. Hatta o dönemde İstanbul’da bulunan Alman topluluğuna bakıldığı zaman birçoğu Almanya’daki yeni rejimin yanlısıydı ve Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün kapatılmasını istiyorlardı. Çünkü Bergama ve özellikle Boğazköy’de yapılan kazılarda milli tarihe uygun olmayan şeyler yaptıkları konuşuluyordu. Alman cemiyeti içinde de bu tür tartışmalar yaşandı. O dönemde Türkiye’ de görev yapan Boğazköy Kazı Başkanı Kurt Bittel Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye yerleşen bilim insanlarıyla beraber çalıştı. Birlikte bilimsel yayınlara imza attılar. Alman Arkeoloji Enstitüsü ağırlıklı olarak bilimsel yönüne devam etti. O dönemde Türkiye’de görev yapan Alman bilim insanlarında böyle bir düşünce yoktu.
> En çok merak edilen sorulardan birisi de Hitit toplumunda kadının yeri…
> Şimdi benim anlatacaklarım belki size çok pozitif gelebilir. Fakat elde ettiğimiz kaynaklara bakacak olursak Hitit toplumundaki kadınların yeri diğer birçok Yakın Doğu toplumlarından farklıydı. Şöyle ki; Hititlerde biz kadınları en azından görebiliyoruz. Yani hem bir sanat eseri olarak heykelleri, resimleri var. Hem de metinlerde özellikle kraliyet ailelerinin kadınlarını çok aktif bir şekilde görüyoruz. Bu kadınları siyasi, dini ve toplumsal aktör olarak görmemiz mümkün. 3. Hattuşili’nin eşi Puduhepa’yı ve ona benzer birçok kadını bu duruma örnek verebiliriz.
Hitit dininde hiyerarşik piramidal bir yapı vardır. Dini inanışın en üstünde bir tanrı ve tanrıça çift söz konusu, tek bir tanrı değil. Bir kadın ve bir erkek, tanrılar topluluğunun başında duruyordu. Erkek tarafında Fırtına Tanrısı, kadınlar tarafında Güneş Tanrıçası vardı. Anladığımız kadarıyla da eşit olarak görünüyordu. Sonuç itibariyle Hitit toplumu yine de ataerkil, patriarkal bir toplum. Bunu unutmamamız lazım. Erkekler her halükarda ön planda. Fakat dediğim gibi dönemi içinde karşılaştırırsak kadınların özellikle Mezopotamya kültürlerinden çok daha fazla görünür oldukları söylenebilir. Mesela Puduhepa siyaseten etkin bir rol oynuyor. Bunu bir Asur dönemi kraliçesi hakkında kesinlikle söyleyemeyiz.
> Peki, kraliyet ailesinin dışında gündelik hayatta kadının toplumdaki yerine dair okuyabildiğiniz yazıtlar var mı?
> Hititlerde toplumsal düzeni ya da sıradan insanların gündelik hayatına yansıyan yazıt yok denecek kadar az. Bunun çok nedeni olabilir. Fakat büyük ihtimalle bu tarz metinler çok önemli olmadığı için yazılan kili tekrar kullanmak amacıyla suya atıp yeni bir tablet yapmış olabilirler. Yani pratik sebeplerden kaynaklı. Bunun dışında birçok Hitit metninin ağaç kabuğuna ya da bal mumu tabletlere yazıldığını da biliyoruz. Yani onlar zaten günümüze kadar korunamadı. Böyle bir ihtimal de olabilir.
Gündelik hayatta kadın erkek eşitliği olup olmadığını bilmiyoruz. Hatta Hitit yasalarına baktığımızda eşit olmadığını söyleyebiliriz. Mesela ölüm olaylarında erkeğin daha değerli olduğunu görüyoruz. Ancak Mezopotamya toplumlarına göre kadınlarının daha etkin bir rolü olduğunu söylememiz mümkün. Bu da tabii belki coğrafi şartlardan kaynaklanıyor. Çünkü İç Anadolu’nun coğrafyası herkesin yapılan işe paydaş olmasını gerektiren bir coğrafya. Yani bu coğrafyada kimseyi dışlayamazsınız. Dolayısıyla eğer paydaş olursa çalışırken de bir nevi söz hakkı doğuyor o bireye. Savaş esiri olarak getirilen insanların da belli bir müddetten sonra ister istemez bir söz hakkı, payda olma hakkı doğuyor.
Sonuç itibariyle; günlük hayatta daha çok erkek tarafın ağır olduğunu fakat kadının belli noktalarda görüldüğü, metinlerde de geçtiği ve bir nebze de olsa söz hakkına sahip olduğunu görmemiz mümkün. Her toplumu ve her kültürü kendi dönemi ve kendi çağdaşlarıyla değerlendirmek lazım. Bugünkü toplumlarla tabii ki karşılaştırabiliriz ama değerlendirmek yanlış olur.
> Hangi tanrılara inandılar, ne tür tapınaklarda tapındılar?
> Özellikle Boğazköy’e bakarsak Hititler şehir hayatına bazlı bir kültürdü. Yani biz köyleri bilmiyoruz. Şehirlerde koca koca tapınaklar karşımıza çıkıyor. Böylece dinin ilk bakışta devlete çok bağlı olduğunu düşünebiliriz. Zaten din ve siyaset diye bir ayrım yapmak mümkün değil o dönem için. Dinin aslında çok resmi bir şey olduğu anlaşılıyor bir tarafıyla. Ama öbür tarafıyla baktığımız zaman dini inanç akımları şehirde de yaşasalar doğal olaylara bağlı kalıyor. Yani en başta Fırtına Tanrısı var. Güneş Tanrısı ve tanrıçası var. Kutsal dağlar, nehirler var. Yani soyut bir toplumsal yapısı olmasına rağmen dinen hala tabiat olaylarına bağlı kalıyor. Bu da Hitit dinini mesela Roma dönemindeki dini inançlardan farklı kılıyor. Hellenistik ve Roma döneminde ya da Mezopotamya’daki dine baktığımızda tanrıların görevleri tabiat olaylarına bu kadar bağımlı değildi. Çok daha soyutlaşmış bir seviyeye getirilmişti. Ama Hititlerde tanrı-tabiat bağlantısı güçlüydü. Anadolu’da coğrafya iklim ve meteoroloji çok değişken ve öngörülemez olduğundan insanlar hava tanrısına taparak kendilerince onu memnun etmeye çalışır, onun kendilerine pozitif bir hava göndereceğini ümit ederler. Çünkü iç Anadolu’da bunu ön görmek neredeyse mümkün değil. Mezopotamya gibi değil. Mezopotamya’da yıl içinde Fırat ya da Dicle’nin hangi günde yükseleceği, hangi günde alçalacağı biliniyordu. Hatta Mısır’da gün be gün biliniyordu. Mezopotamya’da en azından aylık hava tahminlerini kestirebiliyorlardı. Dolayısıyla İç Anadolu’da tarımsal yılı planlamak ve başarıyla tamamlamak çok zordu ve insanın elinde değildi. Meteorolojik olayları ön görmek de etkilemek de mümkün değildi. O yüzden Hava Tanrısı, Güneş Tanrısı onlar için çok ön plandaydı. Bu nedenle Hitit dini daha arkaik dönemlerdeki anlayışa bağlı kaldı.
> Bir de Kral Anitta’nın yakıp yıktığı Hattuşa’nın üzerinde dolaştırdığı laneti var…
> Anitta’nın laneti Hitit Hanedanı’nın kuruluş efsanesi aslında. Anitta Hattuşaş’ı fethettikten sonra yakıp yıkmış. Harabe üzerine kötü otları atmış ve orada bir daha kimse yaşamasın diye bir de lanet yazdırmış: “Benden sonra kral olacaklardan her kim Hattuşa’yı yeniden canlandırırsa, fırtına tanrısı onun belasını versin.”
80 yıl sonra 1. Hattuşili’nin gelişiyle birlikte o lanet bertaraf edilip yeni şehir kuruluyor. Son dönemlere kadar arkeologlar ve tarihçiler bunu gerçek olarak kabul ediyorlardı. Çünkü yazılı bir belge var sonuç itibariyle. Fakat bu yazılı belge Anitta’nın Boğazköy’ü fethetmesinden aşağı yukarı yüz elli sene sonra yazılmış. Özellikle resmi dönemin resmi tarihçiliğinden bakacak olursak; Bu tarz belgeler her zaman belli bir niyet ile belli bir düşünce çerçevesi içinde yazılıyor. Burada da Hitit Kralı kendisini büyük ve çok başarılı göstermek istiyor. Yani Anitta büyük ihtimalle Hattuşaş’ı fethetmiş. Onu arkeolojik olarak da görüyoruz zaten. O dönemdeki yangın tabakasını da görüyoruz. Ancak son yıllardaki kazılarla Karum ile Hitit çağı arasında bir boşluğun olmadığını tespit ettik. Yani Anitta’nın lanetinin en azından Hititlerin gösterdiği kadar güçlü olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla Hattuşili oraya geldiği zaman iyi kötü yaşayan, işleyen bir şehirle karşı karşıya idi ve onu büyüttü. Zaten doğal olarak beklenen süreç bu. Yani burada mitolojik bir hikayeyle gerçek karıştırılmış. Hititler kendi döneminde kendi hanedanının kurulması ile ilgili güzel bir kuruluş hikayesi olsun istemiş.
Arkeolojik veriler en azından şehrin çekirdeğinde yaşamın devam ettiğini gösteriyor ama yine de Anitta’nın şehri fethetmesi tartışılmaz. Zaten onu tartışmıyoruz. Bu metinden çıkan tarihsel gerçeği sorgulamak gerek. Aynı hikayeyi başka kültürlerde başka çerçevelerde de görebiliriz. İnsanın bir çok yerde aynı sebeplerden hükümdarı büyütmek, önemli kılmak için ortaya çıkardığı standart bir hikaye bu. Bu da Hitit kentine uyarlanmış olanı.
Hititlerin tarihsel öneminden bahsedebilir misiniz?
Sanayileşme döneminden önce bölgeler arası öneme sahip ve başkenti yani ülkenin merkezi İç Anadolu’da olan tek güç Hititlerdi. Hititlerin tarihsel önemi bozkır ve marjinal bir coğrafyada etkin ve uzun süreli yaşayan bir devleti kurması, ayakta tutması, dengelemesinde yatıyor bence. Hititler tamamen farklı bir hükmetme şekli ortaya koymuşlar.
Hititler büyük şeyleri mesela yazıyı icat etmediler. Uygarlığa katkıları anlamında çok fazla bir şey yok. Ama bu önemli değil. Örneğin yazı bir bireyin fikriyle ortaya çıkmıyor, bir toplumun icadı değil. Bir grup insan belli bir seviyeye geldiği zaman dünyada en az birkaç yerde paralel olarak yazıyı geliştiriyor. Demek ki bunun için bir ilham gelmesine gerek yok. Zamanı geldiğinde konjektür ona uygunsa geliştiriyor. Mesela Batı ve Orta Doğu kültürlerinde tekerlek çok büyük bir şey diye düşünürüz. Oysaki Güney Amerika’da inkalar tekeri görmeden bir imparatorluk kurdular. Demek ki çok gerekli değildi.. Yani kültür tarihini tek bir çizelge tek bir hat olarak düşünmemek lazım. Üzerinde yaşadığımız dünyanın her yerinde ayrı bir gelişme oldu ve bu yol çok virajlı.
Hititler ilk kez bu tarz marjinal bölgede yazı kullanan, çok büyük kentleri kuran, anıtsal yapılar, büyük sanat eserleri ortaya koyan bir devlet ve bir toplum kurmayı başardı. Bu gerçekten ilginç çünkü daha önce M.Ö. 3. binin sonu, 2. binin başına kadar sadece Mezopotamya’da bu tarz devletleri görüyoruz Hatta daha sonra da sadece orada görüyoruz. Sonraki bölgelerarası önem arz eden toplumlar veya devletlerin çoğu denizle bağlantılı ve ulaşımı deniz üzerinden çözüyorlardı. Hititlerle birlikte İç Anadolu gibi marjinal olan bir coğrafyada nasıl bu kadar büyük ve güçlü bir devlet kurulabileceğini görmüş olduk. Hititler bu kıt bölge içinde M.Ö. 2000’de Ortadoğu’da üç ya da dört imparatorluktan biriydi. Bu büyük bir başarı.
> Bu tarz devletleri Mezopotamya’da gördüğümüzü söylediniz. Son olarak; Hititlerle Mezopotamya toplumları arasında bir karşılaştırma yapsak neler söylersiniz?
> Mezopotamya ya da Mısır toplumları çok daha hiyerarşikti. Çok daha fazla üstten aşağıya emir komuta zinciriyle yürütülen sistemlerdi. Hititlerde ise insanların kurulan sisteme, kurulan toplumsal düzene inanmaları gerekirdi. Yoksa Anadolu’da kimseyi tutamazsınız. Yaşadığı toplumsal sisteme inanmıyorsa dağa kaçmaya veya isyan etmeye her zaman müsait bir coğrafya söz konusuydu. Bu nedenle inandırmak zorundasınız.
Anadolu’da en azından o dönemde devletin örneğin vergi gibi isteklerinde bireyin hürriyeti ve iyiliği arasında bir denge kurması gerekiyordu. Ve o denge bireyin zararına giderse birey her zaman ayrılabiliyor, kaçabiliyordu. Çünkü arazi çok genişti. Eşyalarını bir eşeğe koyup üç vadi ileri gittiği zaman devlet ona erişemez artık. Ama insan orada yeni bir kerpiç yapı yapıp tarlasını da açtığında üç beş koyun, üç beş keçiyle yaşayabilirdi. Ama Mezopotamya’da bu mümkün değil. Çünkü orada kaçamazsınız yaşadığınız yerden. Çünkü kaçarsanız çöl var ve çölde birey olarak yaşayamazsınız. Mezopotamya’daki sistem birey ya da kabile için çok daha dar bir alan. Dolayısıyla insanlar yaşadıkları yere de toplumsal düzene de mahkum. Bu nedenle oradaki toplumlar çok daha statik, tutucu ve çok daha geleneksel. Anadolu’daki toplumlar daha kırılgan, olumsuzluklara karşı çok daha esnek hareket edebiliyor. Sonuç olarak; Hititler devlet ile bireyin istekleri arasındaki dengeyi iyi tutmayı başarmışlar. Mezopotamya kültürleri ile karşılaştırdığımızda en büyük fark budur.
Nuray Pehlivan - Gazete Duvar