Yüksek Mimar Cengiz Bektaş ile mimari ve arkeoloji

Yüksek Mimar Cengiz Bektaş ile mimari ve arkeoloji

Cengiz Bektaş: Arkeologlar tarihi ortaya koyacaklar, araştıracaklar… Ancak bunun yorumlanması yalnız arkeologlarca yapılamaz.

Anadolu’nun geçmişini yorumlamamızda önemli bir yere sahip olan “Mavi Anadoluculuk” fikrinin öncülerinden ve önemli temsilcilerinden biri olan; Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu gibi isimlerle uzun yıllar “Mavi Yolculuğu” gerçekleştirmiş Yüksek Mimar Cengiz Bektaş yaşamı boyunca konut, müze, sanayi ve okul gibi birçok mimari eser bıraktı ve bırakmaya devam etmekte.

Ayrıca bugüne değin şiir deneme, inceleme, araştırma, çocuk yazını dallarında birçok değerli eser bırakan Bektaş, uzun yıllar Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanlığı ve PEN Türkiye 2. Başkanlığı görevlerini üstlenmiştir. Yakın bir zamana kadar çeşitli üniversitelerde kültür ve mimarlık ilişkisini anlattığı dersler vermiş olup; arkeoloji, sanat tarihi ve mimarlık disiplinlerinin buluştuğu çok sayıda çalışma yaparak, bu disiplinlerin bir arada konuşulduğu bir alan yaratmıştır.

Arkeolofili.com adına Burak Baş'ın Yüksek Mimar Cengiz Bektaş ile mimari ve arkeoloji ilişkisini konuştuğu röportaj şöyle:

> Mimarlar mekanlar yaratırken, arkeologlar ise genellikle mekanların izlerini takip ederler. Bu açıdan bakıldığında arkeoloji ve mimarlık arasında yadsınamaz bir ilişki var. Bu iki disiplin arasındaki ilişkiden biraz bahseder misiniz?

> Göbekli Tepe 1960’larda biliniyordu ama, bir arkeolog gelip “burada şu önemli şey olabilir” deyip orada kazıyı birazcık derinleştirip, genişlettiği zaman çok önemli şeyler buldu. Örneğin Aşıklı Höyük’e Halet Çambel’in öğrencisi olan, yitirdiğimiz Ufuk Esin hanım Tunç Çağı’ndan kalıntılar bulmak için gitti. İlk başta “Tunç Çağı kazısı yapıyorum” dedi. Ama kazılar ilerleyince, Aşıklı Höyük’ün en azından Çayönü’nce eski olduğunu ortaya koydu. Kısacası, günümüzden 10.000 yıl öncesine tarihlenen ilk yerleşmelerden biri olduğu ortaya çıktı.

Benzeşen bir süreç Çayönü için de geçerli… Çayönü tarihin ilk yerleşmelerinden biri… Çayönü ilk olarak bulunduğunda bunun böyle olduğu bilinmiyordu. Sanılıyordu ki Anadolu’da Paleolitik Çağ’a dair herhangi buluntunun olması düşünülemez. Ancak ondan sonra derinleşen araştırmalar sonucunda Eski Taş Devrinin odak noktasının Anadolu olduğu söylenmeye başlandı. Özellikle Çayönü çalışmaları sayesinde tarihte mimari gelişimi çok iyi bir şekilde öğrenebildik. Bu ve buna benzer araştırmalar daha da derinleşince, arkeoloji de, mimarlık da anlamlı duruma gelir. Örneğin mimarlığın konusu olabilecek “Megaron” dediğimiz ev türünün, önceleri sanıldığı gibi Girit’te değil, Anadolu’da ortaya çıktığı (Beycesultan/Denizli, İ.Ö.3500-4000) anlaşıldı. Yeryüzünde ilk yerleşmenin de “Çayönü”nde olduğu saptandı.

Arkeologlar tarihi ortaya koyacaklar, araştıracaklar… Ancak bunun yorumlanması yalnız arkeologlarca yapılamaz. Belki size de söylemişlerdir, şöyle bir laf vardır; ‘’Arkeoloji yalnızca arkeologlara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.’’ Bu söz kötü anlamda anlaşılmasın, iyi anlamda bir sözdür yani arkeoloji çalışmalarının ne denli önemli olduğu anlamındadır. Örneğin, bir arkeolog başlangıçta Çatalhöyük konutlarının duvarlarında bulunan oyukların anlamını bilemeyebilir, sanır ki kerpiç duvar böyle yapılıyor. Çatalhöyük kazısının başkanı Ian Hodder ile kazı alanını gezerken duvarlarda görülen bu oyukları doğru bir şekilde anlamlandıramamışlardı. Onu alıp 1,5 km uzaklıktaki köye götürdüğümde, ahşap dikmeleri, payandaları gösterdiğimde o oyukların neden oluştuğunu anladı. Kerpiç, çamur, çekmeye çalışmaz basınca çalışır. Onun için çekmeye çalışan ahşaplar ile berkitilmesi, sağlamlaştırılması gerek. Çatalhöyük’teki bu oyuklar da eskiden ahşap dikmeler vardı. Onlar çürüdüğü için duvarlarda yerlerinde bu oyuklar kalıyor.

Benim ondan daha çok bilgili olmam ya da olmamam ile ilgili değil konu. Onun arkeolog, benim mimar olmamla ilgili… Bu benim uzmanlık alanım… Benim uzmanlık alanım ile bir arkeoloğun uzmanlık alanı birbirini bu anlamda desteklemelidir.

Yalnızca mimarlık ve arkeoloji disiplinlerinin birlikte çalışmaları da yetmez. Manfred Korfmann, Troia’da 70 uzmanla çalışıyordu, 70 değişik uzman! Örneğin, bir diş buluyorlar, bir takım ölçümler ile dişi inceliyorlar ve atın terbiye edildiği anlaşılıyor. Birdenbire uygarlığa bakış açımız değişiyor.

> Çayönü, Aşıklıhöyük gibi yerleşimlerden bahsettiniz. İnsanlar ilk konutları neden/nasıl inşa etti?

> İnsanın mağaralardan çıkması evrim sonucu gelişmiş bir devrimdir. Dışarıda iklimin uygun olduğu, vahşi hayvanların olmadığı, yani insanın bir mağara kovuğunda yaşamak zorunda bırakılmadığı yerlerde, insanlık dışarıda yaşamaya başlıyor.

Dışarıda ne buluyor? Ağaç dalları buluyor. Onları birbirine çatıyor ve orası onun barınağı oluyor. Bazı yerlerde ise çevresinde mamutların olduğunu görüyor.

Mamutlar öldüğü zaman onların kemikleri ve dişlerini birbirine çatıp, üzerini derisi ile kaplayıp barınağını oluşturuyor.

Sonra bir gün insan dalları örüyor, üzerini kille sıvıyor ve çanak-çömleği icat ediyor, bazı arkeologlar çanak-çömleği icat edenin kadın olduğunu söyler. Örerek ve çamurla sıvayarak çanak-çömlek yapabilen insan, duvarı da bu şekilde yapmayı deniyor. Tepede birbiriyle kavuşan dikmelerden oluşan, yani dairesel planlı konutun yerine, öğrendiği bu yöntem ile eğri büğrü de olsa daha kullanışlı olan dikdörtgen biçimde konutunu yapabiliyor. Yine de bu yalnızca bir korunak…

İnsan yerleşik yaşama geçtiğinde, daha doğrusu bu olanak doğduğunda, kendi besinini kendi üretme aşamasına geçebilecek elverişli koşullara da kavuşuyor.

Gerektiğinden çok ürettiği besini nasıl koruyacak? Diyelim ki o zamanın toplumlarında hırsızlık diye bir şey yok ama üretimini küflenme gibi çevresel etkilerden koruması gerekiyor. Örneğin evin tabanını, suyun zarar veremeyeceği biçimde yerden yükseltiyor. Temel duvarlarını taştan yapıyor. Üzerine ağaçlar ile döşemeyi yapıyor, yani yapının altının hava almasını sağlıyor.(Çayönü Evresi) İnsan bunların hepsini aşama aşama, öğrene öğrene deneyimleyerek gerçekleştiriyor. Bunu, yaşamayı daha nitelikli duruma getirmek için yapıyor. Elde ettiği besinleri daha uzun süre koruyabildiğinde yiyecek elde etmek için ava çıkmak ya da besin aramak zorunda kalmayacak. Avlanıp elde ettiği eti bir gün sonra bozulursa atacak.

Avrupa’daki otuz yıl süren tuz savaşlarının nedeni de budur. Çünkü tuzlandığı zaman et yaklaşık bir hafta dayanabiliyor. Bu yüzden Avusturya’nın Salzburg kentinde tuz madenleri açılmış yerin altında. Anadolu’da Çorum’da da tuz madenleri açılmış.

Bütün bu anlattıklarımda insanın tek amacı, yaşamı olanaklandırmak. Kültürün tanımını Profesör Nusret Hızır’a sorsaydınız, yanıtı “yaşamı olanaklandırmak” olurdu. Şimdi yaşamı olanaklandırmak deyince mimarlık kavramı nerede duruyor? İnsanın yaşamını daha olanaklı yaşaması için oylumlar yaratmak bunun yanıtı…

> Görüyoruz ki bazı arkeolojik kazılarda bulunan binlerce yıllık mimarlık yapıtları, günümüzde hala o bölgede yaşayan köydekilerle büyük benzerlikler gösteriyor. Binlerce yıl boyunca nasıl böyle bir tutarlılık olabilir?

> Çünkü çevresinde en kolay ulaşabileceği gereci buluyorsa insan, o gereçle korunağını, barınağını yapmaya çalışıyor. Benim “Türk Evi” yapıtımda bir yağış haritası vardır. Ona göre de bir gereç haritası vardır. Karadeniz kıyısında çok yağıştan ötürü ahşap var. İnsan elbette ki ahşapla inşa edecek yapılarını. Orta Anadolu’da taş var, taş ile yapacak yapılarını. Bazı yerlerde taş da yoksa çamurla, kerpiçle…

Bundan yüz yıl önce, giderek 60-70 yıl öncesine dek Bodrum’da taştan başka bir şeyle yapı yapmak düşünülemezdi. Çünkü ağaç yok, kerpiç yapmaya uygun toprak yok, çağdaş gereçler de yok. Demek ki, konutunu taşla yapacak. Taşla yapması ayrıca yaşama biçiminden dolayı da geliyor… Çünkü korsanlar geliyor denizden… Bodrum evleri sanki birer kaledir, onlar eve bile köprü ile girer. Korsanlardan iyi korunabilmesini de sağlıyor taş.

> O zaman şöyle bir şey diyebiliriz sanırım; mimariyi etkileyen iki unsur doğal çevredeki malzeme ve yaşam biçimi?

> Doğal… ‘’Türk Evi’’ yapıtımda yağış ile gereç haritasını yayınlama nedenim de bu. O bölgelerde bu gereçler ele geçebildiği için konutlar böyle yapıldı.

Gelişmeler sonucu ortaya çıkan olanaklar ile insanın yaşama biçimi de değişiyor. Anadolu’yu getirin gözünüzün önüne; yukarda Karadeniz dağları var, aşağıda Toros dağları… Bereketli Hilal var. Bu iki çizgi arasında eşik olarak Sinop – Alanya çizgisi var. Anadolu’nun ulaşım yolları bunlar… Bir Kuzey Anadolu yolu, bir Güney Anadolu yolu, bir de bu Sinop – Alanya kesiti. Anadolu’da ilk özeksel yönetimi kuran Hititler de başkentlerini bu üç yolu da denetleyebilecekleri Boğazköy’de kurmuşlardır. Bu yolların da gidip gelmeye uygun olmaları gerekli… Eskil (Antik) Roma yollarında yokuşlar atların çıkabileceği biçimde yapılmışlardır. Bugün de sapasağlam duran Roma yolları var. Yola bağlı bazı şeyler… 10 km ötede bir taş olsa, eğer yol yoksa ben o taşı buraya taşıyamam. Demek ki taş ile yapı yapamam. Yol yapılırsa taşı da getirir yaparım. Elbette daha ucuza elde edebiliyorsam o gereci… Tüm bunlar etkenler, bunlara bağlı olarak mimarlık gelişiyor. Ama Konya’da bugün bile evlerin yarısı kerpiç… Çünkü en kolay en ucuz elde edilen gereç o… Ayrıca bu güne dek bulunmuş gereçler içerisinde insana en az zararı olan da o. Her şeyden önce radyo-aktif değil…

> Mimariyi etkileyen bir unsur olarak malzeme kullanımı ve buna dair pratik çözümler önemli bir veri olarak gözüküyor değil mi?

> Çatalhöyük’teki kerpiç tuğlaların 80-90 santimetre uzunluğundaydılar. Ben Hodder’a, “8-9 cm kalınlığındaki katmanların arasında rengi farklı olan 1-2 santimetrelik başka bir katman var, o ne?” Diye sordum.

İşte o harç…

Kerpiç 80-90 santimetre uzunluğunda olduğunda ancak iki kişiyle taşınıp yerine konabilir. Kerpiç üst üste koyarak olmuyor. Önce kerpiç tuğlayı koyup, sonra üzerini harçlayıp ondan sonra bir kerpiç daha koymak gerek, yanlarını da harçlayarak… Ama bu 90 cm uzunluğunda olunca dedim ya, en az iki taşıyıcı gerekecek. Bir de işleyici… Tek elle kaldırabileceği bir şey olması lazım, ki bir eli ile kerpiç tuğlayı koyabilsin, diğer eli ile harcı koyabilsin.

Onun için Çayönü’nde kerpicin ölçüsü 40 santimetreye 40 santimetre… Buna ‘’ana’’ denir… Birde 20 santimetreye 40 santimetre olanı var… Buna da ‘’kuzu’’ denir. Duvar analı kuzulu örülür… Bu o çağdaki duvar örme yöntemi. Sonra görüyorlar ki bu da zor… Başlıyorlar kerpiç tuğlayı 13 santimetreye 30 santimetre yapmaya… Bir eli ile kavrayabileceği ölçülerde. Ağırlığı da tek elde taşıyabilecek kadar olması için kerpicin ölçüsü değişiyor kısacası.

Bugün benim bulduğum en iyi ölçü 12 santimetreye 26 santimetre… 12+12=24 araya iki santim harç payı koyarsam bu 26 santimetre yapar. Bundan15 yıl önce kerpiçten büyük bir at çiftliği yaptım, Polonezköy’ün oralarda… İyi bir usta ile çalıştım. Onunla Almanya’ya da gittik orada kerpici nasıl kullanıyorlar diye inceledik. Sonra geri döndüğümüzde ben ölçü çalışması yaptım.

Bu 12* /26* /9 ölçüyle ustalar çalıştı. Ölçülerin çok uygun olduğunu milim değiştirmememi söylediler. Bu ölçülere göre üretilen gereçle at çiftliğini yaptık. Bugün yabancılara da örnek gösteriliyor.

Ian Hodder, benden Çatalhöyük kazı alanının yakınına kerpiçten bir müze yapmamı istedi. Ben de tasarımı armağan ettim. O bölgenin toprağının uygun olup olmadığını görmek için incelemeye yolladığımda gördüm ki, oranın toprağı çok uygun çıktı.

Kerpiç yapmaya toprak nasıl uygun olur? Toprak tam yağlı bir toprak olmamalı, kil oranı çok olmamalı içinde. Kil oranının az olması da olmaz. Kil oranı uygun bir oranda olacak. Yerinde eskiden beri çalışan ustalar oranları yüzde olarak bilmezler ama nerenin, hangi tarlanın toprağının uygun olduğunu bilirler. Ustaya sorarsın… Kerpiç yapmak için nereden toprak alacağını… Örneğin, “4 araba filan yerden alacaksın bir arabada filan yerden alacaksın” diye yanıtlar. Son bir şey: yağmur mevsiminde kerpiç kesilmez. Bütün bunları “Doğaya Uyumlu Mimarlık” yapıtımda anlattım.

Arkeofili.com


Benzer Haberler & Reklamlar